29 Nisan 2013 Pazartesi

İslamdaki tesettürü başörtüsü algılayarak; başlarımızı örttük!

Enteresan şeydir erkeklerin geneli bayanların tesettür fıkhına okadar hakim ki... Enteresan olan ise kendi tesettürlerini bilmezken bayanlarınkine bu kadar hakim oluşları. Ve kendilerine bakmaksızın bayanların tesettürleri hakkında gelişi güzel konuşmaları... Örtülü bayanların bilmeden de olsa takva boyutunda örtünmelerini diliyorlar. Ya sizin takvadan esame taşımayan örtülerinizi ne edeceğiz? Her zaman olduğu gibi kendimizden ziyade karşımızdakine bakıyoruz.
Peki erkekler bu konuda haksızlar mı?
Hayır değiller. Ne acı ki değiller. Maalesef öyle bir tesettür modası oluştu ki erkeklerin kendilerine bakmaksızın kolayca eleştirebileceği bir düzeye geldi. Moda diyorum çünkü etrafı gözlerken gerçekten böyle bir akım görünüyor. Gelişi güzel takılan şallardan tutunda hadisde belirtilen giyinik çıplaklara kadar herkesin başında bir örtü. Peki bu neyin örtüsü? Allah'ın emrettiği örtü mü gerçekten. Yoksa sizin örtünüz mü? 
Ruhumuzu günahlara örtmeden başımızı örtmeye kalkıştığımızdan geliyor bunlar hep başımıza. Bu sebeple de tesettürün özüne inemiyoruz. Ve topluma şöyle bir bakıldığında Allah için kendi iradesi ile örtünen ile geleneksel, aile baskısı, akımsal örtünenin farkı bariz olarak görülüyor. 

Bir de şu var tabi. Ne kadar örtünürsen okadar takvalısın... Takvayı örtü ile belirleyen bir zihniyet.Fıtrat olarak bayanlar Allah'a yaklaştıkça yani takva sahibi oldukça Allah'ın güzellik sıfatıyla vuku bulduklarını kavrarlar. Bunu kavradıkça örtüler üzerine örtüler çekerler. O kadar ki gözlerini dahi örtme gereksinimi duyarlar. Başım gözüm üstüne... Fakat günümüzde birçok bayanın örtülere bürünmeleri bu şekilde cereyan etmiyor. Bilinen bu takva zuhuru, taklit olarak gerçekleştirilmek isteniyor gibi. Yani yine ruhu yüceltmeden zahiri yücelterek "mış" gibi yapma sendromu. Çarşafın içerisinde gezerken dedikodu yapabilmek... Oysa Allah farz olarak sana örtüyü emretti, sen ise ötesinde bir adım ile Allah'a yaklaşmak isteyerek çarşafa girdin ancak ötedeki farz adımlara varmadan, diğer farzları yerine getirmeyerek... Bilmem yanlış mıdır düşüncem ancak inancın samimiyet ile yüceleyeceğine inanıyorum. Allah'a karşı samimi olmak ise bambaşka bir boyut... Farzları oturtmadan hemen istiyoruz ki takva ehli olalım Allah'a uzanan merdivenleri üçer beşer çıkalım. Fakat bu şekilde nefesimiz tıkanıp yolun ortasında kalakalıyoruz. 

Cihan Aktaş bir yazısında tesettürün dünden bugüne çizgisine bakmıştı. Kendi zamanlarında örtünün bir gayesinin ve şeklinin olduğunu vurgulamıştı. Bugünün bayanları gayesini mi yoksa şeklini mi kaybetti? Genelleme yapmak çok mümkün olmasa da şeklin gayeyi gölgelediği aşikar. Zira sosyolojik açıdan temeline baktığımızda çok da yadsınacak bir durum değil bu. Bu zamana kadar tesettürlü bayanlar toplumda kendilerini kabul ettirmek için hep çabalayan kesim oldu. Genellikle dış görünüşü ile dışlanan o tesettürlü bayanlar bugün tesettürleriyle kabul edilebilmenin çabasını verirken, gayeden sapmalar meydana geldi. Diğerleri gibi modern görünmek adına önce cilbaplardan vazgeçildi sonra eteklerden derken ortaya neidüğü belirsiz bir görüntü çıktı. Buna giyim sektörü de aynen hizmet edince... 
Oysa Allah örtünmenin biçimini bildirirken şekline karışmamıştı. Yani bulunulan toplumun örf adetlerininde islam üzerindeki etkisi hasebiyle böyle bir özgür alan bırakılmıştı. Fakat bu zamana kadar tesettürlü hanımlar okadar  tek tipleştirildi ki normal olarak bu zamanın tesettürlü hanımları da bugün buna reaksiyon gösteriyorlar. Çünkü ilk defa bu kadar özgür bir ortam yakaladıklarına inanıyorlar. Ancak yakalanılamayan nokta tarz sahibi olmak ile gaye sahibi olmanın paralel seyredilebilecek noktası. Tek tipleştirilen tesettür tepkisini kesinlikle anlıyorum. Tek tip olmak gerekseydi bunu Allah; şu renk şu boy giysi, örtü kullanınız şeklinde bildiremeyecek kaar aciz miydi haşa? Bizi tek tipleştirmek isteyenler ayrı...   Ama tek tipleşmeyeceğiz diye Allah'ın bildirdiği biçimden de çıkmamız gerek miyor değil mi? Maksat tarz sahibi olmaksa pekala sınırlar dahlinde insan tarz sahibi olabilir. Ancak maksat nefis de aşılamamış dikkat çekerek, beğenilme içgüdüsüyse o zaman en başa dönmek gerek. Örtünün farz olması hasebiyle sadece zorunluluk olarak takıldığı duruma geliyoruz.Tadsız namaz kılmak, sadece mideyi aç bırakarak oruç tutmak gibi bu durum. Peki siz hiç tadsız sadece ezbere birşeyler okuyarak namaz kılmadınız mı? Yada dilinizi tutamadan oruç tutmadınız mı hiç? 
Hasılı gönül takva dilese de farziyet hususunu gözden kaçırmamak gerek... 
Ödevini sırf yapmış olmak için yapan bir öğrenciyi, ödev bilinci taşıdığı için sınıfta bırakmayan bir öğretmen edasında Cenab-ı Hakka sığınmak gerek...

1 Nisan 2013 Pazartesi

Kelebeğin Rüyası Üzerine...



                             


Tüm etrafım ve eşrafım aynı şeyi söylüyor: ‘’Kelebeğin Rüyası tam senlik bir film…’’ eyvallah diyor her hafta bir gün ayarlıyor, bilet alıyor ve gidemiyorum! Vardır bir hikmet deyip gidebileceğim günü bekliyorum sabırsızlıkla. Ve nihayet film vizyondan kalkmadan gidebilme fırsatını buluyorum.

Dedikleri gibi mütebessim bir ifade ile seyre dalıyorum. Aheste aheste akıyor film, şiir tadında, dize dize, satır satır… acelesi olanların izleyebileceği bir film değil o nedenle… 


Bilindiği üzere Yılmaz Erdoğan'ın filmi Kelebeğin Rüyası. Bilinmese de tahmin edilebilir, filmdeki inceliklere dikkatle bakan birisi tarafından. Film de gerçekten büyük bir emek ve ön hazırlığın olduğu belli. Hiçbir nüansı atlamamaya çalışırcasına anlatmış Erdoğan filmi. Ve başarmış da… ‘Tanrı uludur’ diye ezan okunmasından tutunda, şairlerie bu kadar benzeyen oyuncuların ayarlanmasına,o oyuncuların onlarca kilo verdirilmesine,Muzaffer Tayyip'in tırnak yeme alışkanlığına,zamanın sigarasına kadar her incelik düşünülmüştü. Bu şekilde hazırlanılan filmlerde kendimi izleyici olarak değerli hissediyorum. Aptal yerine konmadığıma inanıyorum. Ve bunun kesinlikle önemli olduğunu düşünüyorum.












Sahi şailer dedik filmin konusuna daha gelemedik… Kelebeğin Rüyası, Zonguldak’lı şairler olarak bilinen Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun hayatını konu edinen bir film. Bu iki genç şairin hocalığı ise Behçet Necatigil’e ait. Yani tam bir edebiyat dünyası.Yalnız film de eksik bir şey var hala daha çözemediğim, dile getiremediğim… Çok dramatik bir konu olmasına rağmen o duyguya bir türlü giremedim. Eksik olan buydu sanırım. Başka türlü olsa o konu insanı duygulandırır,ağalatabilirdi. Fakat Kelebeğin Rüyası o denli duygularınıza yüklenmiyor. Burada bir bilinç var mı onu bilemiyorum tabi… Biraz daha belgesel sapağına yatkın bu bağlamda. Ama bir okadar da samimiyet unsuru var filmde… Hasılı öyle mi-böyle mi derken beğendim mi-beğenmedim mi ikilemlerinde gezinirken film bitiyor muhterem kâriler. Ve ben izlediğim için pek bir memnun olarak çıkıyorum salondan. En önemlisi bilmediğim iki tane gencecik, ömürlerini şiire adamış şairler tanıyorum. Sırf bu yüzden dahi minnettarım Yılmaz Erdoğan’a. Daha bu şekilde bilmediğimiz nice şairimiz var acaba… içi eziliyor insanın, bu memlekette neden her şey bu kadar zor diye feryat edesi geliyor.
Yazmak bir aşk meselesi yada bahanesi ve o aşk uğruna ömürlerini veren aşıklar var bu memlekette.
 

Şairi de sanatçısı da normal bir psikoz taşımıyorlar mağlum.Filmdede bu ahval çok net görülüyor.Verem olan şairlerin sigarayı ellerinden atamayışları her sahnede ‘âh’ ettiriyor dilime. Bir daha fikrimi teyit ediyorum; bu sanatçılar normal değil. Kimileri doğuştan bu anormalliğe sahip iken kimileri bu teze uymak maksatlı kendilerini şekilden şekle sokuyorlar orası ayrı, karıştırmayalım oraları her neyse… Bu anormali çoğu zaman farklı çalışan zekalarıda beraberinde getirdiği için filmde muazzam cümleler kuruluyor. ‘’Unutmak en iyisi. Ama unutmak zor gelir insana. Hatırlamamak daha iyi. Unutmakla hatirlamamak ayni sey degil nasil olsa!’’ Hafızasının unutma mekanizması çalışmayan insanlara ne de güzel bir teselli cümlesi…

Bu dünyada kendine yolcu diyenlere ithafen; ‘’Yolcu vazgeçmeyi bilecek.. Yoksa gölgesi boyunu aşar’’ diyorlar yinebir sahnede.

Ancak bir şair söylediğinde bu kadar manidar olacak bir söze şahitlik ediyorum ;

“Bir güzele güzelliğini hatırlatmak isterdim .Aynalardan evvel.”

Veremli öğrencileri için elinden geleni yapan Behçet Necatigil muhteşem ikilisine tebessüme neden olan şu sözleri söylüyor : “Bin bir zahmetle ciğerlerinizi iyileştirmeye çalışıyoruz.Birde başımıza kalp işi çıkarmayın ” :)

Çok hoşuma giden bir cümle daha kalıyor zihnimde ‘’Kız şiirden anlıyorsa beni seçer. Anlamıyorsa zaten senin olsun.’’ :)

Binaenaleyh film üzerimde istenen etkiyi yapıyor ; eve gelir gelmez başlıyorum Rüştü Onur-Muzaffer Tayyip Uslu şiirleri okumaya ve yazıma son olarak yazmaya.


Öncelikle Rüştü Onur’dan…


İTİRAF

Ben,
Gülebilmemiz için ağlıyan
Ağlıyabilmemiz için gülen adam.
Ben bir tarik-i dünya.
Hallac-ı Mansur'dan sonra
Benim derim yüzülecek
Zonguldak'ta
Ve gözlerime mil çekilecek.

Ben bir tarik-i dünya
Ne ev ne bark
Ne çoluk çocuk sahibi.
Bütün malım mülküm
Ellerim ayaklarım
Ve gözlerim.
Kupkuru bir kuyudayım ki
Yusuf'u özlerim.

Nasip


Nasibin dalda çocuk 

Uzan uzan dallara 

Nasibin yolda çocuk 

Düş düş yollara

Nasibim sensin çocuk 

Seni yağmur gibi 

Bulut gibi 

Gönderen sağ olsun bana