25 Aralık 2012 Salı

Âmine adına...

O zamanlarda yaşamak isterdim!..
Zaman M.S 570 ler...isminde Âmine'liği taşıyan hangi ademoğlu istemezdi ki annelerin en şereflisi olmayı...
O zamanlar ki; Fil vakasını gören Âmine
O zamanlar ki; babası Vehb'i kaybedip ağlamayan Âmine
O zamanlar ki; karnında alemlerin Efendisini taşıyan Âmine
Rabbinden bizatihi ilhamlanan Âmine...
Bu zamansa ; değil Rabbinden ilhamlanan Âmine'ler Rabbini bilmeyen-bilemeyen Âmine'ler zamanı.
Heyhat!

O öyle bir Âmine'ydi ki örtü onun saçında,bedeninde değildi. Örtü onun ta isminde başlıyordu. Â da zuhur ediyor,vukû buluyordu.

Şapkasız bir Türkçe yavan,manasız ve de anlamsız. Şapka harflerin örtüsüdür. Rabbin onlarda bile gizlediği güzelliğin; perdesidir. Artık onları bile soydu insanoğlu. Kendi çıplaklığı yetmedi, harflerin örtüsüne dikti gözünü...
Bundan mütevellit Âmine'nin â'sını örtmekle başlamalı Âmine'ler örtünmeye...

24 Aralık 2012 Pazartesi

Aşık-lık...



                                           "Aşık-lık"...
Herkesin, yüreğinden çok dilinde... Ve cins ayırt etmeksizin,cümle-i alemde...

Ne yazık ki artık bayanlarda kendilerini, 'aşıklık makamı' nın sahibeleri olarak görürüyorlar.
Oysa onlar fıtrat üzere 'masukluk makamı'nda yaratılmışlardı, edep ise en çok onlara yakıştığından hiç bir zaman aşkları maşukluklarının önüne geçememişti... Onların makamını maşukluk eylemisti; maşukluk makaminin asıl sahibi. Bu yüzden onlar sevmekten çok sevilmeyi,sahiplenmekten ziyade sahiplenilmeyi dilerlerdi.


Tabi eskidendi...


Erlerin makamı ise aşıklıktı. Er meydanında, aşıklıklarıydı onlari üstün kılan...Aşkları ile birlikte sahiplenme güdülerine maruzdular. Bu yüzdende onlar sevmeyi,sahiplenmeyi dileyen tarafta idiler.


"Erkek seveyim kadin sevileyimdi"


Buradan elbetteki bayanlarin muhabbetsiz olduklari zannedilmemelidir.Aşk muhakkak cinsiyet içermez. Eğer mevzu aşk ise... Kadın aşık olamaz mı? Pek tabi olur.(aşığına) Olmuşturda ancak güdüleri onu Mecnun edemez. Edebi, onu aşkın içerisinde Leyla eder de seda edemez...İşin özünde aşık ile maşuk zaten ayırt edilemez...

Ancak dişi bir birey sahip olma iç güdüsüne sahip değildir. Bu sebeplede aşık olduğu kisiyi sahiplenmek,elde etmek,ona ulaşmak gibi bir güdü ile desteklenemez.


Hadisdeki gibi 'innemen nisau şakayıkur rical' yani şüphesiz ki kadın erkeğinin gelincik çiçeğiydi. Hassas. Kırılgandı. Narindi. Aynı bir şakayık gibiydi...Peki aşıklar kırılgan olurlar mıydı? Tabağına yemek koymayan Leyla'sına kırılmış mıydı Mecnun? İşte bunlar üzerine biz Mecnuna aşık demiştik... 
Bu yaradiliştaki muntazam bir ahenkti.

Yapılan psikoanalizler bunları gösterirken; çağımız bayanları, bunu da bir aşağılanma,azımsanma yada bir eksiklik gibi görüp, bu alanda da bir başkaldiri,bir ispat durumuna getirdi kendini... Artik talip olan kişi bayan oluyor. Cevap hakkı ise beylerde...
Alt üst olan bir denge ve rol değişmesi var toplumda.Artık bayanlar aşiklik makamını kolluyor, erkekler ise maşukluk makamında kendini korumaya çalışıyor.
Ne bayanların yüzü kızarıyor ne de erkeklerin. Bayan talepkâr olmaktan çekinmiyor erkek ise bu çekinmezlikten çekinmiyor! En anlaşılması güç olan da; erkeklerin bu cüretkârlıktan nasıl endişelenmedikleri kısmı...
Eskiden bu cürretkâtlıktan endiselenip kız kardesini ablukaya alan abiler vardi. Simdi ise erkek kardeslerini korumaya calisan ablalar var...
Hasılı, er olan aşık ile maşuk kalan han az kaldı...

4 Aralık 2012 Salı

Gecenin kalbine...

Kur'an konusurdu. Yeterdi o kâri olana...



"Ve güneş batarken, çocuklar uyurken
Baş uçumda bekleyen yorgun bir melektir
Ve her gece sabret diye
Saçlarımda dolaşan Tanrı'nın elleridir

Unutma, unutma dikecek yırtılan geceyi sabaha

Ne büyük ne beyaz ne eşsiz ne duru
Hep sarılıp sarıyor üşüyen ruhumu
Bırakma, bırakma elimi düşerim karanlığa

Bir melek işliyor ismini ince bir dantel gibi kalbime
Hissediyorum kaderimin üstünde gezinen yumuşak uçlu parmaklarını..."


28 Kasım 2012 Çarşamba

Siz hiç ölüme uyandınız mı?

Siz, hiç ölüme uyandınız mı?

Ölüme uyanmak…
Bazı  sabahlar vardır,uyanmanız içindir ölüm…
Hayatında hep o 4 sabahı tefekkür ederek, provasını yapardı. Annesi,babası,ananesi ve O’sunu kaybederse…
İşte o sabahlardan biriydi bu sabah onun için…
Çünkü prova ettiği, o 4 ölümün ilkini görecekti.
Ananesini gömecekti…

Başımızın üstünde buyursundu,hoşgelsindi…hele ki böyle bir günde ölüme, ancak hoş geldin diyebilirdi insan. O gün ki;aşure günü…aşure günü ölmek, nasıl bir güzellikti Rabbisi…

Aşure günü; Hz.Ademin yaratıldığı gün,cennete konulduğu gün,affedildiği gün.Göklerin,yıldızların yaratıldığı gün. Hz İbrahim’in yaratıldığı gün,ateşten korunduğu gün. Aşure günü; Hz İsa’nın doğduğu gün,göklere beklemeye çekildiği gün. Hz Yakub’un gözlerinin görmeye başladığı gün,Yusuf’una kavuştuğu gün. Aşure günü; Cebrail aleyhisselamın ve meleklerin yaratıldığı gün. Nuh aleyhisselamın tufandan kurtulduğu gün. Aşure günü; Hz.Musa’nın Kızıldenizi geçtiği gün,Hz Hüseyin’in şehid edildiği gün. Aşure günü ;Eyyüp Sultanımızın hastalıklarından kurtulduğu gün,Hz.Yunus’un balığın karnından kurtulduğu gün. Aşure günü; Hz.Yusuf’un kuyudan kurtarıldığı gün,bir muharrem ayının Cuma gününde kıyametin kopacağı gün. İşte artık O’nun ananesinin de öldüğü gün. Ananesinin bedeni bir kuyu ise ruhunun Hz.Yusuf peygamber gibi oradan kurtulduğu gün.Ten kuyusundan ruhun kurtulduğu gün. Ananesinin kıyametinin koptuğu gün ve inşallah yine o gün; yağmurun yaratıldığı,yağdırıldığı gibi ananesine de rahmet yağan gün olmuş olsun…inşallah…

Cuma(Perşembe) gecesinin ardı ve bir sabah ezanı vaktiydi. O uykuda ,ananesi ise son yolculuğundaydı.
Pazartesi gecesinden gösterilmişti O’na Cuma gecesi…
Uyandı mübarek cumaya, ölümü karşılamaya koştu…
Ananeciğinin örtüsünü örtüp ‘inna lillah ve inna ileyhi raciun’ diyebildi…

Koca bir çınardı O’nun ananesi,89 yıllık bir çınar… hani peygamberin buyurduğu gibi; ‘…güzel amel ile uzun ömür yaşayanınız...’ Öyleydi onun ananesi…
Çilekeşti...çok çekmişti .Son 10 yıldır Alzheimer hastasıydı, tanımıyordu bile O’nu. Olsundu ne yazardı. Ona bakıyordu ya, gözü gözüne değiyordu ya yetmezmiydi?
Son 4 senedir ise, ailesinin (göz)bebeği olarak yatağında bir kefaret ödeme dönemi başlamıştı.
Bir gün ‘of’ dememişti. Aklı gitmişti. Ruhu ise, ailesini hiç bırakmamıştı.
Bazen insanların anlaşması için kelimelere gerek olmadığını anlatmıştı. Sevgiyle anlaşılabilirdi. Ananesi öğretmişti annesine,teyzesine ve tüm torunlarına sevmeyi, ama bu öyle-böyle bir sevgi değildi.Bu bir deryaydı,okyanustu. Merhamet ve sevgiyi tüm ailesi ondan öğrenmişti. Yine bir hadis-i şerife naildi; ‘’Merhamet eden merhamet bulurdu’’ ya ,bulmuştu. İki biricik kızı,onu evladı yapmış gözü gibi bakmıştı. Öyle bir bakış ki bu, dillere pelesenk, herkes onların evlatlıklarını konuşur olmuştu. Bir gün ‘of’ demeden anneciklerine nasıl özen ve sevda ile baktıklarını söylerlerdi.  Doktorlar Alzheimer’ın son evresindeki bir hastanın bu kadar yaşayabilmesine mucize olarak bakıyorlardı. Ve sonunda ekliyorlardı. ‘Onu sizin sevginiz yaşatıyor...’
Sevgi insanı yaşatırmış…Eyvallah

O sevgi çınarı en sevgili ile buluşmuştu artık. Cuma gününün mübarekliğinden istifade edip, İstanbul dışından gelecek insanları düşünmeden o vakit defnetmek istemişti ananesini. Sabah ezanı kabz, Cuma günü defin gibi güzelliklerin yanı sıra gökyüzünde gökkuşağıda onu uğurluyordu.Normalde İstanbul’da hiç bu kadar net görünmeyen gökkuşağı herkesin ilgisini çekmiş , bu mevsimde olması da ayrıca hayrete düşürmüştü.O güçlü olmalıydı anneciği ve teyzeciğini toparlamalıydı. Ve ananeciğine ödeyemeyeceği borcunu belki bu zamanda bir nebzecik hafifletebilirdi. Aklı selim kalmalıydı her şeyden önce. Ve ölümün her anını iliklerine dek yaşamalı ,her anını zihnine mıhlamalıydı. 

Kabre yolculuk başlamıştı ilk durak gasilhane. Yıkama işlemi yapılacaktı.Yapılsındı.Ananesinin gassali O olmalıydı.
Girdi gasilhaneye başladı ananesini yıkamaya… o ancak görünen azaları yıkayabilirdi Allah ise onun görünen, görünmeyen her yerini yıkayabilirdi. Tekbirlerle ananesi yıkandı. Sol elini görünce bir daha iman etti. Ananesinin sol işaret parmağı şehadet halindeydi. Açmaya çalıştı fakat açamadı zorla avuç içine su gitmesini sağlayarak vazgeçti. Allah onun şehadetini kabul etsindi…
4 senedir yatak hastası olan birinde yatak yaralarının olmaması çok zordu. Ancak ananesinde bir tane dahi yatak yarası yoktu… annesi ve teyzesine bir kez daha minnet duydu,onlar gibi bir evlat olabilmeyi diledi. Salavatlar eşliğinde yıkama işlemi bitmişti. Hala sıcacıktı ananesi ve bir o kadar mütebessim. Huzur içinde uyuyor gibiydi. Pamuk elleri,pür-i pamuk olmuştu adeta. İyice baktı,doya doya baktı,ananesine değil ancak bu sefer ; bir ölüye baktı.Ananesine değil ölüme dokundu. Fotoğrafı sabitlemek istiyordu zihninde zira bir gün o da öyle olacak ,o taşa yatacaktı. Ne içindi peki bu kavga, bu hırs, bu dertlenmeler,bu dünya sevdalığı? Sonunda buraya gelmek için mi? Buraya gelip,bu şekilde huzur içinde uzanamıyorsan ne anlamı vardı kazandığın paranın,fakirliğinin,dertliliğinin…hiç. Evet işte bu hiçliği kazımak istiyordu aklına,aklından da geçip ruhuna…
Bir kefen parçası…kat kat geçirildi. Tekbir ve salat-selamlarla…gülsuyu ve zemzem akıtıldı ağzına, burnuna ve yüzüne. Bunlar sembolikte tek gaye;maddeden manaya ermekte…
Ve fakur…peygamberimizin en güçlü sünnetlerinden.Tüm azalarına serpiştirildi. Böcekler gelmesinler, dokunmasınlar ananeciğine diye.

Sela ki O’nun ruhuna ezandan çok dokunurdu her dem. Ayrı bir severdi selayı,makamını. İsminin bir yüzü ölüme bakardı bundan mıydı sebep selaya sevdalığı? Şimdi kulaklarında cancağzının selası vardı…
Ananesine acaba bu selayı duyan kimler rahmet dileyecekti? Hiç tanımadığı insanlar onun için bir Fatiha okur muydu? Diye düşünürken;annesiyle birlikte okuldan dönerken, camide tabutu görmüş,ellerini açmış dua eden bir çocuk ilişti gözüne. Derhal çocuğun ardından koştu; çantasından şeker verip iki güzel söz söylemek için. Ancak yetişememişti. Nasibi yoktu…

Caminin avlusu ne kadar da kalabalıktı. Ya mahalleleri… herkesin dilinde değildi gönlüne inmişti besbelli Emine Hanım teyze. Kısacık vakitte,Ankara,Balıkesir İstanbul’a yetişivermişti bile. Himmet dedi… her şeye kadir. Sonra tasdikledi Kamil amcası ‘Onun her işi akardı. Ankaradan nasıl geldiğimi hatırlamıyorum.’ demişti. Gerçekten de öyleydi. Yollar açılıyor,işler kolaylaşıyordu. Can vermesi de kolay olmuşmuydu Allah’ım?
Şaşırarak gelen gidenleri izliyordu. O da mı gelmiş bu da mı gelmiş demekden kendini alıkoyamıyordu. Her gelenin dilinde bir hikaye, bir vefa borcu, hiçbir şeyi yoksa dahi ‘göğsünde severek uyutması’ diyordu. Allah’ım diyordu. Onun gönlünün genişliği bu kadar insanı aldı da bu ev nasıl alacak… işte o noktada öyle komşular biriktirmişti ki ananesi 35 senelik zincirlerle bağlıydılar. Bir hane olan daireleri birden tüm apartman dairelerine dönüşmüştü. Kapılar açılmış,misafirler bölüşülmüştü. Tüm apartman bir ev olmuştu adeta.Eli ayağı tutmayan aile yakınlarının eli ayağı olmuştu o komşular. Bir daha baktı… ‘Subhansın ya Rab!’ dedi. Boşuna demedin komşu hakkı da komşu hakkı diye. Bu hakkı nasıl ödeyebilirlerdi. Tüm komşuları seferberlik ilan etmiş ve cenazeyi kaldırmışlardı. Bir çerkes atasözü vardı: ‘’düğün ve cenazeyi el kaldırır’’ diye. Tefekkür etti. Aynen öyle olmuştu.Böyle inciler vermişti Rabbi kendisine,ailesine. Nasıl şükretmezdi ki insan böyle dostluğa,böyle hatırşinaslığa ve dahi böyle insanlığa…

Hayatında sofrasına oturmamış insan bulunmazdı O’nun ananesinin. Yedirmek ve misafir ağırlamak onun en büyük meşrebiydi. Ondan arda kalanlara ise bıraktığı mirasıydı;bu ahlak. Yine öyle yapıldı onun sevdiği gibi… gelen herkes ikramlarla kuşatıldı. ‘siz yedikçe ben mutlu oluyorum’sözünü hatırladı insanları izlerken. Kendini ananesinin yerine koydu. Evet ,oldu hissetti o mutluluğu.
Allah’ım sen ki misafiri rahmet ve bereket ile kuşattın, O’nun ananesi senden geleni memnun etmek için o kadar uğraştı ki hiçbir ameli bile yoksa, ağırladığı misafirler yüzü suyu hürmetine onu affeyle.Amin Tam istediği gibiydi yüzlerce insan geliyor yiyorlar içiyorlar ağırlanıyor ve uğurlanıyorlardı. Onun yaptığı ,gibi sevdiği  gibi…

Her gelene,yardım edene, teşekkür edip,helallik almaya gayret gösterirken,duyduğu şeyler karşısında ;’Allah’ım beni de arkasından böyle denilen bir insan yap’ diyordu. En son hatırında kalan ise şu olmuştu:
Evini misafirlerine karşı açmış,kızını,torununu,oğlunu hepsini seferber etmiş bir komşu olan Münevver Hanım  yine tencere tencere yemekler taşırken şu sözleri söylemişti.:’’Bu yaptığım ne ki,onun benim üzerimdeki hakkı karşısındaki ne ki. Bu benim ona karşı son vazifem . Ben Emine Hanımın hakkını bunlarla ödeyemem ‘’ demişti.

Ananesi bir çınardı. Ve toprağına karşı köklerini öyle derin,öyle köklü tutmuştu ki. Şimdi O,ananesinin kök ile toprak misali olan insan ilişkilerini görüyordu.
Dünyadaki toprağı güzeldi ananesinin. Ya ahiretteki toprağı nasıldı?
Ya kabir toprağı…
Nereden olacaktı toprağı? Nereye defnedeceklerdi annecağzını?
 
Eyüp Sultan mezarlığına yönlendirmişti belediye,ne sevinmişti bu habere. Eyüp Sultan… her şehrin bir sahibi vardı ona göre. İstanbul’un sahibi de Eyyüb-el Ensari hazretleri idi. İstanbul’un sahibi mi sahip çıkacaktı şimdi ananesine… bir daha Subhanallah.
 O bu düşüncedeyken,teyzesi Eyüp Sultan mezarlığına gitmiş,görmüş beğenmemişti. Çok küçük olmasındanda ziyade ulaşmak için sürekli mezarlara basmak gerektiğini söylemişti. Hasıl-ı olacak gibi değildi demişti teyzesi. Bu sefer bir şey diyemedi. Son söz teyzesinindi ,onun gönlü olsundu.

İstanbul’da ölü olmak bile ne güçtü Allah’ım…
Rica minnet boş bir toprak aramaya çalışmak,belediyelerin verdiği İstanbul’un en uzak noktalarına varmaktan daha sıkıntılı bir şeydi O’na göre.

Mezarlık sayısı yetersiz.Olan mezarlar ise hınca hınç doluydu. Ananesi olması gereken gibi,belediyenin uygun gördüğü mezarlığa defnedilecekti. Yani Büyükçekmece Mezarlığına…

Pırıl pırıl,yepyeni bir mezarlık Büyükçekmece mezarlığı,öyle güzel… Acaba ananeside gerçeğin güzelliğinde miydi?
Himmeti hep hissetti ve artık görüyordu bizatihi… gelen imamda yolunun yolcusu çıkmıştı.Bir idrak ve ispat daha göründü: ‘Bir tevbe kişinin 7 ceddine uzanır.’ Beli…Vallahi uzanmıştı.

Ananesi dualar eşliğinde kabre yerleştirilmiş,ölüm ananesi için yeni anlaşılmıştı.Ruhu bütün o telaşeyi,hazırlığı kendisine değilmiş gibi izlemişti. Ve kabre konulduğu an farkına varmıştı,ölenin kendisi olduğunun.Sonrasında kabrinin başında birilerini arayarak,dua edenim ,kabrimde kalanım yok mu diyecekti.O vakitte ise herkes gitmiş olacaktı.
Soğuk, insanları kesiyor ve bir an evvel  vazifeyi tamamlamayı gerektiriyordu. Kabri kapatıldı ve ananesi defnedildi. Soğuğun da etkisiyle herkes hızla arabalara ,otobüslere ilerlemeye başlamıştı. O hariç…O’nun vazifesi yeni başlıyordu.Herkes gittiğinde O kalmalıydı. Ananesini peygamberine emanet etmeden nereye gidebilirdi?

Ve nihayet herkes gitmişti …bir daha baktı kabristana. Ne çok severdi bu kabristanları, kaçıp kaçıp gelirdi. Gezerdi,üzgünse ölümü hatırlar. Mutluysa yine ölümü hatırlardı ki ;iki duyguya da fazla kapılmamak adına. İşte yeni mekanı..iyice incelemeliydi tepesini düzünü,havasını,kokusunu…
‘Ananeciğim’ demişti önce usulca. ‘Esselamun aleyküm ve rahmetullahi ve berakatuhu(ölüler selamınızı alırlar)Gitmedim…seni teslim etmeden de gitmeyeceğim. Gidemeyeceğim… ‘demişti. Duasını ettikten sonra gitme vaktinin olup,olmadığından emin olamadı. Kalmalı mıydı az daha?Bunu sorsa sorsa Babasına sorabilirdi. Derhal yumdu gözlerini ve tebessümüne karışmış gözyaşlarıyla açtı gözlerini. Artık gidebilirdi. 

Gitmek… 

Giderken ananesinin mezarının yanındaki mezar ilişti gözüne, daha doğrusu mezarın önündeki fotoğraf; Cemil Özener’in fotoğrafı…şaşırmakla birlikte hatırına niyeti geldi.

Bir hafta öncesinden ajandasına notunu almıştı; 23 Kasım Cuma günü saat 16:00 da Büyükçekmece ‘de oluncaktı. Nasip ne tuhaf şey…evet o gün tam da o saat de oradaydı ancak Tüyap Kitap Fuarında değil,Büyükçekmece Mezarlığı’ndaydı. Kabristandan çıktığında tebessüm etti nasibine.Ve hemen solunda Tüyap tabelasını gördü. Kabristan ile fuar bitişikmiş meğer. Bir süre 
baktı,baktı… niyetini düşündü. Sonrada gerçekleştirmeyi…
Ogün oraya gidecek olmasının sebebi bir gönlün hoşluğuydu. İstanbul da olamayan lakin o gün ,orada çok sevdiği hocasının kendisine kızmasını dileyen Efendisinin yerine gitmekti. 

Tüyap’a gitti…ancak ayakta durmakta oldukça güçlük çekiyordu. Tansiyonu düşmüş olacak;arada başı dönüyor,yavaşlıyordu. Yardım diliyordu Rabbinden ve deniyordu niyetini … girdi kitap fuarına ancak kalabalık ve oldukça büyük olan fuar alanında,hocasını nasıl bulacağını bilemiyordu. Danışmaya sordu. Danışma bilmediğini söyleyerek, eline tüm fuarın haritasını ve hangi gün, hangi yazarın söyleşisinin var olduğu kitapçığı verdi. Kitapçığa baktı,bakamadı. Algılarında ciddi bir düşüş vardı. Yorulmuştu. Baksa da bulamayacağını bildi. Niyet etti :‘Ya Rabbi burada oluşum hayır ise hemen buldur değilse vallahi hemen geri döneceğim’ dedi. İki adım attı ve üçüncüsünde Ömer Tuğrul İnançer hocanın önüne düştü. Bir daha Subhansın ya Rab! –nasılı ve izahı yok-
Bir süre surete takılı kaldı. Gözünü hocadan alamıyordu. Tv de gördüğünden çok başka,bambaşka bir nuraniyet vardı karşısında, acıyan gözleri daha da kısıldı. Edep ile yanına yaklaştı. Kuyrukta insanların olduğunu görünce ne yapacağını bilemedi. Ve utanarak karşısında durdu. Bir an göz göze geldiler. O’nun halindeki farklılıktan ötürü değil ,Ömer Tuğrul İnançer hoca, kendi farklılığından anlamıştı; O’nun normal şartlar altında orada bulunmadığını. Sonra anlatmaya koyuldu. Sesini çıkartmak istedikçe İnançeri (O hocasını inancın bir eri olarak gördüğünden ona inançeri hoca demeyi severdi.)hoca kulağını uzatıyor. Daha yüksek ses ile demek istiyordu. Fakat sesi çıkartmak için derman gerekliydi. Derin bir nefes aldı kalbini,sesini topladı ve ‘’ Bugün burada olmayı planlamıştım hocam, size, sizi seven bir okuyucunuzun notunu iletmeye gelecektim. Ancak bugün ananemi kaybettim .Biz yine buraya geldik ancak mezarlığa gelebildik’’diyebildi. Öyle bir baktı ve öyle bir ‘Allah rahmet etsin’dedi ki hocası…bir daha Subhansın ya Rab! dedirttirdi. Gönlüne kimse daha önce bu cümleyi böyle güzel dokunduramamıştı. Kalbinden dilemişti hoca bu rahmeti. Ananeciğine onunda duası değmişti. (Allah kabul etsindi. İnançeri olan,hocam hatırına kabul etsindi.)Sonra devam etti: ‘’Not şuydu ki hocam ;Ömer Tuğrul İnançer hocamız bize bir kızsa kendimize gelirdik belki…’’
''Ben kızmıyorum ki''diye yanıt verdi hoca. Sonra O:’’Kızmak değil belki hocam,hani celalli hitabınızdır bizim hoşumuza giden,kendimize getiren’’dedi. ''Celal de değil o'' dedi.Hemen pişman olup, ilk vermesi gereken cevabı söyledi ‘Buyrun hocam,biz bilmiyoruz efendim,nasıl bir hitabetiniz vardır?’ dedi. Bir an duraksadı ve ciğerinden ‘’Kat-i’’ dedi. ‘’Kat-i konuşmadır konuşmamız…’’
‘Eyvallah hocam’ diyebildi. İnançeri olan hocası Efendisinin ismini sorunca kuyruğa takıldı gözü. ‘Hocam haktır. Bu kadar insan beklerken…’ dedi. Elini kaldırdı hoca ve ‘’Ben senin için bizzat tek tek helallik alacağım hepsinden ve hakkını üstleniyorum’’dedi. Kuyruktaki tüm insanlar ise bu konuşmayı meraklı bakışlarla anlamaya çalışıyordu. Sonrasında döndü ve kalabalıktan helallik istedi. Gözüne ilişen herkes başıyla onay veriyordu. Gönlüne sular serpilerek ; nasibin, niyetin bir kere daha ne demek olduğunu yerli yerince oturtup yoluna devam etti…

Yoluna şükretti…
Allah O’nu bu yoldan ayırmasındı.

Çobanı önünde o arkasında devam etti.

2 Kasım 2012 Cuma

Ben Öcü müyüm?



Bugünkü şükrümü yazmalı mı yazmamalı mı diye düşünürken twitterdaki TT yazmak için ihtiyacım olan noktayı koydu sanki…

Bugün ne mi oldu?
Olan dan ziyade olduranı gören gönüllere selam olsun…

Yine bir ‘Çağrı’filmi mevsimi Tv lerde. Doyamadan yine yine yeniden izlemelerdeyim.İzledikçe aklımdaki soru derinleşiyor o sene. Sanki defalarca izlememişim gibi. O soru ki imanımı irdeliyor.

Sahne çok net: Hz.Bilal(r.a.) işkence görüyor;müslümanlığı yüzünden.
Hz.Bilal’in Müslüman olması ,efendisi Umeyye bin Halef’i çileden çıkarıyor. Ve şu sözleri söylettiriyor:
Andolsun sen ölmedikçe yahut Muhammed'i ve onun dinini inkar etmedikçe bu azabı üstünden eksiketmeyeceğim.
Kızgın kumlara yatırıyor o gülüşü güzeli.Hz.Bilal efendim susuyor,susuyor da imanı konuşuyor adeta… sonra müşrik çocukları tarafından boynuna ip bağlanıp ,aç ,susuz Mekke sokaklarında gezdiriliyor. Sırtında kızgın kum izleri…

Ya Zübeyr bin Avvam… Henüz 15 yaşında. Dumanlar içerisindeki bir hasıra yatırılıyor amcasi tarafından. Ve ses şöyle diyor:
Muhammed'in Rabbini inkar et! Seni bu işkenceden kurtarayım.
El-cevap:Hayır.Vallahi asla küfre dönmem.

Yarabbi!..
Yarabbi!diyorum bu nasıl bir iman?(Sana ve resûlune.) Ya ben? Bende bu kadar iman varmı? Bana bu işkenceleri yapsalar onlar gibi mağrur durabilir ve Sen'den şaşmadan tevhidine tutunabilir miyim?  
Mahsunluğumun akabinde hemen adalet merkezcil yanım devreye giriyor; aynı kefedeki müminler olamayiz diyorum.Olmamalıyız.Onlar İslamiyet uğruna bu kadar zulüm görmüşken biz keyif keka yaşıyoruz. Bunun bir hesabı olmalı deyip derhal arastırmaya koyuluyorum.
Ben fakirin küçücük aklı ve adil tavrı Rabbül aleminin hitabında öyle bir katlanıyor ki şu ayet ile günlerce meczup gibi dolanıyorum:
Bakara 214 : Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, beraberindeki mü'minlerle; 'Allah'ın yardımı ne zaman?' diyordu.
Bir daha Subhanallah…
Allah’ım onların çektiklerini biz nasıl çekeceğiz. Hani çekmektende kaçınmıyoruz diyelim ama imkan ve şartlar farklı değil mi?

Ogün,bu kulunu korku ve endişe ile dolandıran Rabbim.Bugün şükür ile şerefyabediyor.

Tesettüre büründüğüm günden itibaren taciz,küfür,mağduriyet ile karşı karşıyayım,hamd olsun. Hısım akrabalardan tutun da arkadaşlarıma,iş hayatima kadar her kesimden tepki gördüm. Ve görmekteyim. Neden mi? Sadece başımı kapattım diye. Onlar için ben zaten kapalıydım bir de başımın örtülmesine ne gerek vardı.
Evet aynen ‘ne gerek vardı’ şeklinde bakıyorlar.(Diğmi diğmi sizin kadar benim aklım yok zaten,öyle kendi kendime bir atraksiyon yapayım dedim diyorum içimden. Tevbe neüzibillah)Allah affetsin. 

Çok isterdim sadece bir günlüğüne tanınmayacak bir halde örtünüp sokaklarda gezmelerini…ve anlamalarını ;insanlara nasıl baktıklarını,nasıl hissettirdiklerini.
Ben fakir bu duyguyu başım açıkken de biliyordum…

Bir insanın size söylediklerini unutabilirsiniz ancak hissettirdiklerini asla…

Komşular sokakta ‘görüp tanıyamadıklarını, daha ne kadar kapanacağımı’ iğneleyerek belirtir oldu.

Yeşilköy sahilinde parmak ile gösterilen oldum. Orada bulunmam insanlara batıyordu sanki.Bana olan bakışlarına dair Allah’tan şahidim vardı. Yoksa inanamayabilirdim.Ve sizde abarttığımı düşünebilirdiniz.

Başörtümü degil(keşke o olsaydı) başörtüsünü çok çirkin bulduklarını yüzüme haykıranlar oldu.

Kayıplarımız sadece duygusal değil çok şükür.

Akademik kariyerim ciddi bir hasar gördü.(İnsanların hesabında ,Allah’ın hesabını henüz kimse bilmiyor.)Bilim yaparken başörtüm nasıl bir engel olabilirdi ki? Hem okulda kalmamı benim kadar sizlerde istememiş miydiniz?

Görüntü çağında her şey görüntü olmuş zaar.

Özel derslerimde azalma oldu. Veliler beynimdeki örümcek ile çocuklarına ağ kuracağımı zan etti.

Efsanevi genç öğretmen olmaktan bir bez parçasıyla tecrit edildim.

Dershane müdürü önümde peruk takmam için yalvarır hale geldi.
 
Güzellik bağlamında ‘Ne idi ne oldu’ oldum.
İran gibi oldum. Öcü gibi oldum.

Daha niceleri oldum…
Elhamdülillah…
Bugün de alt tarafı bir ahbap tarafından benzeri bir ima ila yoluma devam ettim.
Evet bu belki ne kızgın kuma yatırılmak ,ne boynuma ip geçirilip aç susuz sokaklarda dolaştırılmak gibi… ancak bu fakirin elinden gelen bu ya Rabbi.. kabul ve makbul buyur nolur!

20 Ekim 2012 Cumartesi

Uzun Hikaye Filmi


Bir dipnot ile başlamak isterim yazıma ey muhterem kârilerim.

Not:En son Sherlock Holmes2 ‘yi izlemiş bir seyirci olarak kabul etmeliyim ki iyi bir sinema takipçisi değilim. Bu sebeple yapacağım nacizane yorumların sıhhatini zatınıza bırakıyorum.
Film severliğim kitap severliğimin gölgesinde kalmıştır her zaman. Ancak kaçırılmaması gereken filmleri izler,klasiklerden haberdar olmaya çalışırım.

Bugün de uzun bir aradan sonra fırsat bulup,zaman buluşturup sinema yolunu tuttum. İzleyeceğim filmim belli; Uzun Hikaye…
Bir Osman Sınav filmi,başrol Kenan İmirzalıoğlu…
Bilet bulamadığım için büyük bir salonda,en ön sırada ,boyun ağrılarıyla birlikte izlesem dahi pişman olmadığım bir film.Bu yüzden birde arka koltuklardan seyredeceğim filmi tekrardan. 

Kitap özetlerimdende anlayacağınız üzere içerik ile ilgili bilgi vermeyi,konuyu özetlemeyi çok genel çerçevede yapmayı yeğliyorum. Karakterleri keşfinize mani olmamak adına…
Sevdalığın has biçiminin,mertliğin,ve doğru söyleyenin dokuz köyden kovulduğu bir devrin nadide insanının konu edildiği bir film;Uzun Hikaye…

Dimağımda kalan güzel sözler var filmden,biri Mustafa’nın sesinden,şöyle diyor -anne ve babasının sevdası için-; ''onların sevdasının gücü;birbirlerinin onurlarını hiç zedelememelerinden kaynaklanıyor.''... Öyle incelikler var ki filmde. Espriler dahi aynı incelik de bu yüzden her şey çok dozajında. Gözyaşınızda,tebessümünüzde,kahkahanızda…

Hakkaniyet duygusunun insanı ne hallere soktuğunu… doğru söz etmekden vazgeçmemenin bedelinin nasıl ödendiğini ve hatta nasıl yaftalandırdığını anlatıyor film.Çok sorguladığım bir mevzudur.'Doğru'manasını taşıdığımdan mıdır yoksa babamın ‘dar ağacında idam edilecek olsan dahi doğru sözden vazgeçme’diye ruhuma kazımasından mıdır bilemiyorum… Doğru olmak, dürüst olmak ,hakkaniyet bilmek olurduda neden bu babacığım sürekli bunu söylerken arkasına birde ‘her şeyin bir bedeli var’ öğretisini  eklerdi?Doğruluğun bedelini öderken anlamıştım;neden doğru olmanın birinci şart,bedel ödemenin ise ikinci şart olduğunu… Bu bedel bu diyara mı yoksa bu dünyaya mı aitti? Dünyanın her yerinde mi doğru olmak bedel gerektiriyordu? Yoksa hak hukuk bilmeyen bir memleketin dayatması mıydı bu bedel? Öyleyse gidebilecek miydim bu memleketten? Oyunu kurallarına göre oynayarak da dürüst kalınabilir miydi? Birgün böyle dediğimde bir büyüğüm 'sen gidersen ben gidersem burada doğruları kim söyleyecek?' demişti.Kaçmak var mıydı? 
Yoktu elbet,yoktu… 
Ali Bey'in yaşadıkları bir kere daha zihnimdekileri sorgulamaları çağrıştırıyor.

Ayrıca bir sahne var ki filmde;en sevdiklerimden birini okuyor Ali Bey; ''Nûn vel kalemi ve mâ yesturûn ''(Kalem suresinden birinci ayet) tabi ki bu şekilde Arapça dan değil. Mealini ise o sahneyle sanıyorum ki tüm seyirciye mıhlıyor;'Kalem ve onunla yazılanlara and olsun ki, sen Rabbinin nimetine uğramış bir kimsesin, deli  değilsin.’ Ve sonunda ekliyor kalem kelâmın dik halidir.(Yada buna benzer bir cümle). Ne güzelsin ey kalem,ya kelâm…

Ve babalar... güçlü babalar…üzerine az söyleyip çok hissedilen o insanlar...babalarının karakteri altında ezilen erkek evlatlar… Babasının güçlü karakteriyle özdeşleşirken kızları, erkek evlatlarda bu bir gölgemi oluşturuyor sahi? Bunu düşündürdü Uzun Hikaye bana... Ali Bey’in oğlu Mustafa da sanki hep eziliyor o baba karakteri altında. Onun kanı deli akmıyor babasının ki gibi… 

Birde filmdeki tek iğreti gelen kısımdır bana ;Mustafa karakterini canlandıran son oyuncu seçimi.Çünkü Mustafa’nın çocukluğunu canlandıran küçük oyuncu çok yerinde keza bıyıkları yeni terleyen Mustafa’yı canlandıran genç oyuncuda aynı şekilde. Ancak Mustafa’nın son hali hiç Ali bey ve Münire hanımdan oluşabilecek bir fenotip değil. (Eyvallah,genetikçiyiz belki bundan ama ister istemez dikkat çekiyor.)



Film için yapılan yorumlarda uzun sürüyor denmiş ancak bana hiç öyle gelmedi. Hatta filmin bittiğini anlayamadım,havada kaldı zira. Daha güzel bitebilir miydi? Kesinlikle…
Ancak çıkarken seyirciler Osman Sınav’ın tüm filmlerinin bu tarz sonlarla bittiğini söylüyorlardı. Filmin devamı gelebilecek gibi .Gelmesede izlediğime;ağladığıma,güldüğüme memnun olduğum bir film oldu muhterem kârilerim…

Ve atlanılmaması gereken bir ayrıntıdır ki; Melihat Gülses  hanımefendiden dinlediğim musikileri kolay kolay başkasından dinleyemediğim halde  Gönül Şarkılarını seslendiren hanımefendinin –Oya İşboğa -ismini görebilmek adına salonu en son terk edenlerden oldum. Yorumunu bitirine dek dinledim.

O halde sizlere de iyi seyirler ve dinlemeler diliyorum…


14 Ekim 2012 Pazar

Dilime pelesenk...

Hayaliyle tesellidir gönül meyl-i visal etmez
Gönülden tasra bir yâr oldugun âsik hayal etmez

Fuzuli

12 Ekim 2012 Cuma

...

Kelimelerin,lisanimla bulustu bulusali ben bicare berhudarim...
Zahirin değeli beri evvelime;bicare berhudarim...

11 Ekim 2012 Perşembe

"Safları sık tutalım"

Baharın en güzeli ;son kalanı, şehirlerin en güzelinin en dokunulası; Beyazıt’ında okunası…

Hasta haliniz ile Beyazıt’ın İstanbul’un havasına göre birkaç derece daha soğuk olması bile can oluşuna engel değil. Aynı sonbaharın hasta edişine rağmen canan olması gibi…
Kulağımda kaçıncı kez tekrarladığını bilmediğim Sonbahar,göynümde O,zihnimde kalemi şaad olsun Nazan Bekiroğlu hanımefendinin büyük annesi ile büyük babası, kalbimde efendimin müjdesi… bu hal ile Beyazıt camiine koşuyorum cemaate yetişmek maksatlı.

Süleymaniye’ye duyduğumuz özlem bitti derken Beyazıt’a başladı vesselam. Yani Süleymaniye’de biten restorasyon çalışmaları Beyazıt camiinde devam eder oldu. Olsundu. Aşkı olana ne gerekti?

Yalnız camiye girerken ki muhabbetim namazdan sonra yerini hüzne bırakıyor.

Neden mi?

Küçüklüğümden zihnimde kalan hatıradır imamın cemaate hitabı; ''safları sık tutalım''.
Hafif sert bir tonlama olurdu bu ikazda. Öyle kazınmış olacak ki bu söz hatırıma kendimi bildiğimde ilk işim bu sözdeki kastı araştırmak olmuştu. Meğer ne önemliymiş omuz omuza durmak huzurda. Efendimiz(s.a.v) "Safları düzgün tutun, omuzları bir hizaya getirin, boşlukları doldurun, safa girerken kardeşlerinize, ellerinizi hafifçe dokundurun, şeytana açık yerler bırakmayın. Kim safları sık tutarsa Allah onu hayra eriştirir. Kim de saflar arasında boşluk bırakırsa Allah onu hayra eriştirmez." (Müslim,Ahmed b. Hanbel, III, 154-260) buyurmuştu.

Yine Efendimiz(s.a.v) "Meleklerin Rabbleri indinde saf tutmaları gibi siz de saf tutmaz mısınız?" Biz: "Melekler nasıl saf tutarlar?" dedik. "Onlar dedi, ön safları tamamlarlar ve safda muntazam dururlar." (Müslim, Salat 119, (430); Ebu Davud, Salat 94)

(Bayanlarda ise makbuliyetin daha ziyade son saf olduğu rivayet edilir.)

Ve yine Müslim’den aklımda kalan "Eğer birinci safta ne olduğunu bilseydiniz, mutlaka kur'a çekilirdi.''buyurmuştu Efendim.
Hatırımda ise safları sık tutmanın önemine dair daha bir çok rivayet…

Biz ise bugün cemaatle saf tutmak ne demek bilemedik…
Bayanlar mahlinde mi cereyan ediyor bu hal sadece bilemiyorum. Ancak erkekler tarafında sanki bu kadar gayrılık olmuyor diye zan ediyorum.

Bu ilk de değil halbuki bu bilememezliğe şahitliğim..
Benim bilememezliğim ise ; neden insanlar bir iki adım ön tarafa gelmeye,kardeşinin omzuna değmeye imtina ediyorlar ?
Bu.

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Evlilik Üzerine...

Bugün yakın iki arkadaşım ile maksat bayramlaşmak dahası muhabbet için buluştuk.
Mekanımız florya sosyal tesisleri oldu  normal de bile kalabalıklığını bilen bilir bayramda ise olanı tahmin edebilir. Her neyse..

Entellektüel gençliğiz ya her türlü beyin fırtınası yapmaya hevesimiz var. Bu akşam ki konu çerçevemiz ise; günümüz gençliği,ikili ilişkiler,evlilik ve tabiki olmazsa olmaz olan aşk...

Dostlarımdan biri hem diğeri karşı cinsim olduğu için yaptığımız analizler, birbirimizi anlamaya çalışmak adına ayrı bir fırtına daha oluşturuyor.
Derken ilk sorumuz:
Evlilikte huzur mu mutluluk mu tercih edilmeli? diye soruldu.Bunun yanıtını ararken nerelere varmadık ki...evlilikten korkusu olanımız mı, güven sıkıntısı yaşayanımız mı ,aşkı bulamayacağını düşünenimiz mi... her türlü handikap bulundu masamızda.

Pembe hayaller kurmayı tercih etmek yerine ayakları yere basan olumlu,olumsuz her türlü cepheyi görmeyi isteyenler grubundanız.
Ne sonucu tatlıya bağlayabiliyor ne de Rabbimizden ümidimizi kesebiliyorduk...

Neden mi?

Çünkü öyle bir çağda yaşıyoruz ki ne bayanlarımız bayan gibi ne de erkekler erkeğe benziyor...
(Geçen gün metrobüste yanımda oturan yaşlı amca bulmaca çözerken tek bir soruyu bilemedi(çok manidar); resimdeki şarkıcının ismi?! 
eğilip usulca 'Işın Karaca' dedim. Sonrası tahmin edildiği üzere yol boyunca sohbet...
'bozulduk evladım' diyor. 'Toplum olarak bozulduk, bir toplumun analizini o toplumun bayanlarına bakarak yapabilirsin. Bak şu bayanların durumuna bak' diyor. 'Erkeklerin onlara bakışlarına,onları getirdikleri noktaya bak. Aynı noktada kendilerinin kaldıkları soğanlığa bak ' diyor(onların zamanında adam olmayan erkeklere soğan erkeği derlermiş). Sükut ikrardan gelir susuyorum...)

Hepimiz ,böyle bir ortamda kendimizi,geleceğimizi emanet edebileceğimiz insanlar bulabilirmiyizi sorguluyoruz..

Azıcık doğru olmaya çalışan tüm gençler olarak evlilik denildiğinde duruyoruz,korkuyoruz ve düşünüyoruz.
Erkekler evlenilecek bayan mı var diyorlar. Bayanlar ortada adam kalmamış feryadında.. Haklımıyız haklıyız.



Jenerasyon olarak zaten en baştan yenik hükmündeyiz..

Biz ise kendimizi o jenerasyonun güruh kısmından uzak tutmaya çalışan, gelişen ve değişen,törpülenen ve olgunluğa erişebilen bir gençlik taifesinden olmaya çalışıyoruz.Haliyle işimiz daha çok zorlaşıyor.Genelle birlikte genele karışmadan yaşamaya çalışıyoruz.


-Öncelikle herkes aşkın peşinde.. Ama öyle geçici olmayacak en ölümsüzünden istiyoruz..Bir ömür dediklerinden.!(neyimiz yoksa sevdamız ona olur zaten.Değişen ve gelişen aşk olgusunu kabul edemiyoruz.)
-O aşk ki Allah'a beraber yürümede tutkal olacak.

-Erkek sahiplenecek,bayan sahiplenilecek lakin erkek bayana Allah'ının ona bir emaneti olarak bakacak.Şimdikilerin egoist sahiplenmesiyle değil. 'İnnemen nisaü şakayıkür rical' mealindeki incelikte.

Ve daha nicesi...
Sohbet hep rayında giderken bir noktada takılıyoruz.

-'Sen-ben değil biz olabilmek davası' evlilik diyoruz...
Bu başlığı açarken ihtilafa düşüyoruz daha doğrusu dostlarıma ben ne demek istediğimi tam olarak anlatamıyorum.
Ne mi demek istiyorum? 
Şunu:
Mağlum biz üretmekten önce tüketmeyi öğrenen bir nesiliz. Ve elimizde olan, bize aidiyet duygusu hissettiren herşeyi tüketip bitirmeye endeksli gibi yaşıyoruz. 
Bu insanda da böyle eşyada da. Buyüzden ilişkiyi tüketmemek adına ara ara,periyotlarla uzaklık fikrini öne sürüyorum. Bu bir iş seyehati,gezi,tatil...Maksadım bir yerlere gidiş de değil aslında. Sadece özlemek..Hayatındaki yeri tekrar hatırlamak adına. Çünkü bir noktadan sonra görememeye başlıyor insanoğlu elindekini,kıymetini.

Dostlarım hep bir ağızdan karşı çıkıyorlar fikrime. Bunun biz olmaya aykırı olduğunu düşünüyorlar. (Belkide benim bencil olduğuma,bu kısmı bilemiyorum:).)
Bunun üstüne bir evde eşlerin özel kullanım alanlarının olması gerektiğini söylüyorum. Ve tabiki tepkilerim artıyor. Derken bizim tartışma hararetleniyor ve yan masamızdan teyzemiz söze giriyor :)
Not:Kalabalıklarda sohbet etmenin belkide tek güzel yanı bu.Yan masadakilerin sizin sohbetinize iştirak etmesi.

Hitabı bana ; 'o öyle olmuyor kızım:),akşamdan beri sizi dinliyorum çok tatlısınız ama bu kadar olumsuz düşünmeyin.Allahtan isteyin...'
Eşi yanında iç huzurunu tamamlamış insanlar edasında deniz manzarasını izleyen bir amca..
25 senelik evlilermiş.
'Biz geç evlenenlerden ,armudun sapı üzümün çöpü diyenlerdeniz yani' diyor. 
Kendisi yüksek tahsilli üst düzey yönetici eşi ise diş hekimi.Bu statükoların kısmende olsa önemli olduğunu düşünüyor.
'Birbirimizi geç bulduk,acı tatlı çok şey yaşadık ve şuan 25.yılımızı doldurduk' diyor.
Bir cümlesi var ki;''Ben 35 kilo aldım.Güzel bir kızdım aslında. Ama hayatın bize getirdiği sıkıntılar ile çeşitli sağlık sorunları yaşadım ve bu kiloya çıktım. Eşim ise beni hep kalp gözüyle gördü...! Buzdolabına zayıf gençlik resmim ile şimdiki halimi koydum mıknatıslı bir ibre de güzel kız olarak zayıf halimi gösteriyor. Eşimde gidip o mıknatıs ibresini tombul fotoğrafa döndürüyor...Biz iyi kötü herşeyimizi birlikte yapabildiğimiz için şuan bu haldeyiz.''diğmi doktor beyciğim diyor.
Sonra ortak yapmaktan zevk aldıkları şeylerden bahsediyor.
Benim söylediğime ise birbirlerinden bağımsız hobiler edinerek çare bulmuşlar. 
Yani aslında yine bir nefes alma durumu var.

Amcamız sohbetimize daha fazla kayıtsız kalamıyor ve denizi izlemeye ara verip;'bu kadar beklenti içinde olmayın çocuklar'diyor. ne kadar az beklersek okadar mutlu olurmuşuz.

Geceyi birlikte bitirene dek sohbete devam ediyoruz. Ve sonuç olarak anladığımız; 
Düzgün eşler bulma konusundan bayanlar olarak bizim işimiz  zor fakat erkeklerin işi gerçekten daha zormuş.  
Seçimlerimizi ise toplum içerisindeki konumumuza,ailemize ve yaşam tarzımıza paralel şekilde gerçekleştirdiğimizde ancak kalıcı bir mutluluk yakalayabilirmişiz. 
Evlilikte karşı taraftan ne kadar az şey beklersek okadar mutlu olabilirmişiz..
Biz ne kadar konuşursak konuşalım daha anne rahmine düştüğümüz anda belli olan bir mutlak kader imiş evlilik.

Bu saydıklarınızın AŞK neresinde kalıyor derseniz.
Yönetici hanım teyzemiz ve doktor bey amcamıza göre insanlar arasında aşk diye birşey de yok aslında,olsada çok kısa süreli bir duygu.Olmasada olur gibisinden. Onun yerine çok daha değerli duygular var.
Bana göre ise;
Rabbinizle aranızdakine eşinizin sağladığı katkı,evlilikte sizin yanınıza aşk kalıyor.



13 Ağustos 2012 Pazartesi

Gırgır,Geyik,Maytap vs Üzerine...

Ortalikta bu kadar ciddiyetsiz insanlar varken bende her sôzü bu kadar ciddiye almak zorunda degilim mesela. Anormallik insanlardayken onlara obsesif gorunmeyebilirim boylelikle.
Nedir yani bu girgir,geyik,umurumda mi dunya barbunya edalari insanlardaki? Neyi ispatlamis oluyorlar boyle?
Evet cabalasamda girgir ,geyik dozajim cok stabil. Cok sukur ki mizacim boyle.
Insanlari onemsiyorum cunku.
onlari yaradana tapiyorum,onlara yapilan saygisizligin bir sekilde yaradana ugradigini dusunuyorum(tevhid geregi). (Ne var efendim geyik saygisizlik midir?diyecek olan insanlar varsa soruyorum acaba nedir? Seviye meselesi midir?
Espri veya komik bir durumdan tabiki bahsetmiyorum.)
Somurtkan insanlardan bile degilim oysa. Tam tersi ne kadar gulec oldugum soylenir. Insanlari onemsedigim icin onlara tebessum etmeyi seviyorum.
Bu yuzden insanlar degerli onemsenecek kadar degerli.

Kelimeler ise Hz.Adem'e cennette bahsedildi ,ogretildi. O denli ôzel. Îmami Azam'in kalem ve kagida olan hurmetini herkes bilir orada maksat odun parcalarina saygi degildi onlar ilim ogrenmeye arac olduklarindan hurmet gormeye layik bulunmuslardi. Kelimelerde ilimden farkli degil hatta öte..yoklugunu bir dusunsenize..Ve bize bahsedilmisken kullanimi,tuketimi bukadar alelade degil nezdimde .
Bilakis en kiymet verdiklerimden,herseyim kelimelerim.Buyuzden insanlarin agzindan cikan her kelimeyi onlarin da herseyi,GERCEGI olarak anliyorum.
Ve eger siz insanlarin kelimelerini onemsemeden yasayabiliyor ,isinize gelmeyenlerle "girgir" gecebiliyorsaniz ne âlâ!
Lakin bazi insanlar sizin kadar asmis olmayabilir ve soylediginiz her soze hayati anlamlar yukleyebilir,sizin gibi girgirda gecemediginde olur ha kirilabilir!

31 Temmuz 2012 Salı


İslamcilik adina şahane bir yazi olmus arkadaslar sonuna kadar okumanizi tavsiye ederim.
Nicelikten cok nitelikci olan arkadaslar icin onem arz edeceksede kimden oldugunu belirtelim; Ducane Cundioglu dan...

Hiç kendinizi özlemiyor musunuz? 

İslamcılık bidayetinden bu yana -ki hepsi aşağı yukarı zaten bir asırlık bir tarihi vardır- mahiyeti gereği asla bir tez, bir iddia (müddea) olmamış, olamamış; bilakis esas itibariyle önce bir tepki, sonra bir geri çekilme ve en nihayet bir mağlubiyet söylem ve hissiyâtı olarak kalmıştır. Nitekim sahip olduğu sıfat-ı kâşifeler (karakteristikler) zaten bu söylem ve hissiyâtı mümkün kılan dönemsel şartların bir ürünüdür: Bu "ürün" pek tabiidir ki kendilerini bu şartları değiştirmekle görevli addeden temcilcilerinin vasıflarına bağlı olarak kimi fer'î değişiklikler gösterse de tarihsel olarak geriye götürülemez ve öncesine bağlanacak benzeri bir halka bulunamaz. Demek ki müteselsil halkalardan oluşan bir zincire, bir geleneğe kuvvetli ya da zayıf bir "son halka" olmak yerine nev-zuhur bir başlangıç olarak arz-ı endam etmiştir; çünkü bizatihi "zincir"in kendisini kuvvet değil, esaret sembolü olarak görmüştür.

Başat karakterleri içerisinde yer alan "inkilab" (revolution) ve "ıslah" (reform) talebi, bir fikir hareketinin değil, naif bir hissiyâtın talebidir. Naiftir; zira dünyayı/varlığı anlamak ve açıklamak isteyen İslâm ilim ve irfan geleneğine yaslanmak yerine, kendini dünyayı ve varlığı siyasal ve sosyal olarak değiştirmekle görevli addedip karşıtı ilan ettiği dünyanın silahlarıyla silahlanmayı yeğlemiştir. Acilciliği de bundandır. Beklemeye tahammülü yoktur, hemen ve şimdi harekete geçmeyi önemser ve her acilci hissiyât gibi "düşünme"yi ve "düşünce"yi "eylem" ve "hareket"in en tehlikeli düşmanı olarak görür. Düşünmemeli, bilakis hemen yapılmalıdır; 'Niçin?' diye sorulmamalı, hemen ve şimdi değiştirmelidir. Dikkat edilirse çokluk İslamcıların düşünceleri (nazariyâtları) yoktur, sloganları veya plan ve programları vardır! İster Metafizik'in, ister Teoloji'nin konusu olmak itibariyle Tanrı'nın vasıfları (sıfât-ı ilahiye) gibi dikkat isteyen konularda bile tasavvurları fevkalade ekonomik ve bir o kadar da siyasaldır; öyle ki son yarım asırdır bütün akide "dört terim"e (!) irca edilebilmiştir.

İnsan malzemesini gençlerin (!) veya güçlerini gençleri istismar etmeye matuf sloganlar üretmekten devşiren büyüklerin (!) temsil etmesi, ister istemez İslamcılığı ancak yaşları gereği kendilerini hep statüko karşıtı bulan gençlere cazib gelecek alelade bir değişim programına, bir parti tüzüğüne dönüştürmüş, dolayısıyla İslamcılık hissiyâtı bir türlü düşünce düzeyine yükselmeyi başaramayıp taraftarlarını hitabet suretiyle ikna etmeyi yeterli bulmuştur. İslamcılığın başından beri uluslararası siyasal organizasyonlar tarafından kolaylıkla manipüle edilebilir, yönlendirilebilir uygun araçlardan biri haline gelmesinin ardında başka bir sebep aramaya gerek yoktur: Anlamayı/açıklamayı küçümseyip değiştirmeyi öne çıkaran bütün siyasal hareketlerin kaderi büyük balıklara yem olmaktır. (I. Dünya Harbinde İslamcılığın hem sloganlarının, hem stratejilerinin Alman Genelkurmayı tarafından hazırlandığı tarihen sabittir.)

Gençler kendilerini özlemezler; zira özleyebilecekleri kadar kendilerinden uzak kalmamışlardır; taşrayla (dışarıyla), başkalarıyla ilgilenmeleri, dışarıyı, başkalarını değiştirmeyi istemeleri hâl-i hazırda evleri (kendileri) dışında yaşıyor olmalarındandır. Eve ne zaman dönecekler, kendilerini ne zaman özleyecekler, değiştirmeyi düşündükleri bu dünyada neler olup bittiğini anlamayı, kavramayı ne zaman akıl edecekler; hâsılı gençler ne zaman "kendilerine" gelecekler?!?

Kendini tanımak, kendine gelmek ne yazık ki bir gencin yeterince kendisine yabancılaştığı bir zamanda (yalnız kaldığında) akıl edebileceği işlerdendir. Hissiyât ve bu hissiyâtı besleyen sloganlar (msl. dünyayı değiştirme talebi) gençlerin kendilerine dönmelerini, kendileriyle ilgilenmelerini engeller. Belki sanatımsı değil ve fakat sanatın kendisi sahici bir imkan olabilecek iken bu imkan da heder edilir. Sözgelimi musikinin yerini marşlar, hattın, resmin, ebrunun yerini duvar yazıları alır, tıpkı kitabın yerini broşürlerin, bildirilerin aldığı gibi… (Bir genç başkaları için entellektüel ya da hatib, bilgiç veya bilgin olmaya, başkalarını aydınlatmaya, değiştirmeye karar verebilir, ama başkaları için hattat veya neyzen ya da şair olmayı değil başarmak, deneyemez bile.)

Gençler için başkalarıyla irtibat kurmak ve onları değiştirmek, bizzat kendi kendileriyle irtibat kurmaktan, kendileriyle hasbihal edip kendilerini tanımaktan daha güç görünür. Bu bakımdan yaşlı insanların yaşlı sözlerini pek ciddiye almazlar! İslamcılığın İslam ilim ve irfan geleneğini dışlayarak yola çıkmasının en temel nedenlerinden biri budur ve dahi "öz"e dönerken "öz"den dönmek de buna denir!

İstisnaları yok mu? Elbette var ve fakat tabiatta olduğu gibi siyasette de kaideleri geçersiz kılan istisnalara mucize denir.