24 Aralık 2018 Pazartesi

Elif Reyyan’ın 6-9.Ayları

6-9 aylar yazımız da biten 9. Ayımız ile birlikte bitsin.

Elif Reyyan’ın 6-9 aylarına dair en önemli iki büyüme atağı iz bıraktı. Birincisi 6. Ayında ikincisi 9.ayında gerçekleşen...
Bu üçüncü periyot başlarken de biterken de bizi iyi bir hırpaladı.
Her bebek ataklarda farklı semptomlar gösteriyor. Biz huysuz, çatık kaşlı ve uykusuz oluyoruz genelde. En son ki atak o kadar zordu ki bazı zamanlar bunun geçici bir süre olduğunu unutup çocuğumun hep böyle kalacağını zannettiğim zamanlar olmuştu. Neyse ki geçti...
Geçiyor.

0-3 aylar, 3-6 aylar ve 6-9 aylara baktığımızda beni en çok zorlayan sanırım 6-9 aylar oldu. 
Çok sancılı geçen bir diş çıkarma süreci (8.ayda) ve onu takip eden büyüme atağı hemen sonrasında ateşli hastalık derken ne uyku ne de düzen kaldı. 
Geceleri 40 dakka da bir uyanır halde olmak baya güçten düşürdü bizi. Allah sıhhat versin kuzucuklarımıza da bunlar en büyük dertlerimiz olarak kalsın 🙏🏼

Bu son çeyrekte gece uyanmalarını azaltabilir miyiz? Bununla ilgili ne yapmalı diye yine Kim West’in kitabına başvurdum fakat yapmamız gerekenleri yapacak takaati kendimizde bulamadık.
Method; geceleri uyanmamayı sağlamak için gece istediğini vermemek üzerine kurulu. İstediğini vermediğiniz her çocuk tepki gösterir. Bizim ki de gösterdi. Bir de Koç burcu olduğunu düşünürsek tepkileri pek de hafif değil sultanımın...
Gecenin yarısında ağlamasına katlanacak halimiz kalmadığından 2. Gece bu işten vazgeçtik. Çünkü bu tarz değişimleri gerçekleştirebilmek için anne babanın oldukça zinde, kararlı ve ruhsal olarak güçlü olması gerekiyor. Diğer türlü yorgunluktan saçmalama ihtimalimiz artıyor. Bu riski almamak adına erteledik...

Gece uyanışlarına şimdilik teslim olduk ve bunun geçici olduğu düşüncesine sığınarak şükür makamına geçmeye karar verdik...

Bebeklerin genelde emeklediği, yürüdüğü bu aylarda bizde kaale değer bir gelişim söz konusu olmadı. Emeklemek sanki Elif Reyyan için çok zor bir şey ;))) 
42+3 de doğduğunu baz alırsak hareket mekanizması bizde oldukça ağır.
Tay-tay yürüme çabaları var okadar. 
Sanıyorum emeklemesen yürüyen bebelerden olabiliriz.
Tabii bunda çocuğu emeklemeye sevk etmeme davranışları da etken. Ananemiz babanemiz onu yerden her mıkladığında aldığı için çocuğum neden emekleyeyim sorusunu kendine soruyordur muhtemelen ;)

Ve ek gıdaya geçiş en büyük gündem maddesi bu aylarda...
6.ayda geçilen ek gıdaya biz 7. Ayda geçtik çünkü ben olabildiğince anne sütüyle beslensin istedim. En son raddede Elif Reyyan’ın zorlamasıyla ek gıdaya başladım diyebilirim ;) 
Herhangi bir kayıpta olduğumuzu düşünmüyorum.
Zira ek gıda olayı bizim için oldukça zor olacaktı bunu öngörebiliyordum. Sağlıklı besinler, organik arayışları, şeker kısıtlaması vs...
Ek gıda vaktimiz geldiğinde Çapa daki bir Prof hocam ile görüştüm. Bana şöyle söyledi; anne rahmine düştüğünden itibaren ilk 1000 gün çok önemli, sık dişini, sağlıklı beslemek için uğraş, ondan sonra serbest...
İlk 1000 gün Doğumdan sonra 2 yaşa kadar olan zaman oluyor. Bu dönemde insanın ölene kullanacağı, kalıp oluşturacak yağ hücreleri oluşuyor. Ve bu kalıbın üzerine kilo alışverişler, obezite vb hastalıklar gelişiyor.
Bu nasihati kendime şiar edip başladım ek gıdaya...
Biraz zorlayıcı olabilse de elimden geldiğince doğal, organik gıdalar ile beslemeye çalışıyorum kızımı.
Tabii besleme işini biraz abartıp emzirmeyi ihmal ettiğimden miydi yoksa mikrobik nedenlerden midir bilinmez bu süreçte bir de mastit atlattım. 
Allah kimsenin başına vermesin o mastit denen hastalığı... 
çok ama çok can yakıcı olduğundan uzun bir dönemde onunla baş etmek zorunda kaldım.
Analık ne zormuş ana olunca anladım diyemem... zira anne olmadan evvelde gözlem ve empati ile bu bilince erişmiştim.Şimdi tatbik ediyorum sadece. Hayat gayelerimin en başında hayırlı evlat olabilme derdi vardı. Anne baba hakkından korktuğum kadar hiç bir haktan korkmadım. 
Şimdi evladımla ilgilenirken ilmel yakin bildiğim bir şeyi aynen yakin yaşıyorum. Mastit olduğum süreçte çektiğim ızdırap da o hakkı tekraren tefekkür etmeme vesile oldu...

Ve böylece bizim için çetin bir viraj olan 6-9.ayları atlatmış olduk. Rabbime sonsuz kere hamd olsun. İnsanlar nelerle uğraşıyor; hastalıklar, engeller, imtihanlar. Biz çetin diyoruz kabımız dar olduğundan... Allah sadrımızı genişletsin bizleri şükürsüzlük hastalığından korusun 🙏🏼

Önümüzdeki 9-12 aylar periyodunu çok daha keyifli ve pozitif geçirtsin inşallah...

(Elif Reyyan’ın 3-6.Aylar yazısı bir kitap özeti mahiyetinde olduğundan https://kitaphanemekran.blogspot.com/2018/12/sleep-lady-iyi-uykular-tatl-ruyalar-kim.html?m=1 linkten ulaşabilirsiniz)

31 Temmuz 2018 Salı

Elif Reyyan'ın 0-3 ayı

Bu yazı Elif Reyyan 3 buçuk aylık iken yazılmış olup anı niteliğinde kayıtlara düşsün...

Elif Reyyan'ın 0-3 aylık hayatı...

Değil blog yazmak yalnız bir kahve içmenin bile lüks sayılacağı bir dönemde ben bu günlerimi unutmamak belki kızıma armağan etmek bir nebze de referans noktası oluşturmak adına başlıyorum yazıma.

Reyyan'ın doğumundan sonra ki ilk günler benim için büyülü zamanlar olarak hafızama nakşedildi. Hormanlar, annelik güdüleri adeta beni başka bir evrende hissettiriyordu. Dünyada sadece kızım ve ben varım gibi hissetmiştim. O yüzden o günleri harıl harıl not edip duygularımı yazdığım 2 defter bitirdim. Lohusalık sendromu dedikleri şey bana pek uğramadı sanırım. Fakat bunun için önceden önlemlerimin hepsini aldım. Mesela neydi o önlemler?
Her gün duş alma ödevim vardı mesela. Çok sevdiğim bir hekim bana bunu ödev olarak vermişti. Hergün duş almak sizin elektriğinizden tutun da emzirme sürecinde yaşanacak tüm sıkıntılara deva gibiymiş. Gerçekten çok faydasını gördüm. Üşendiğim, başka bir şeye  tercih edebileceğim durumlarda bile naapıp edip o duşa girdim. İyi ki dediğim şeylerin başında geldi bu duş ödevi.

Yine okuduğum kitapların birinde bebekle birlikte mutlaka uyuyun sözünü de kendime ödev bellemiş mümkün olduğu sürece Reyyan uyuduğunda bende uyuyordum. Bu iki önemli ödevle ilk 40 günümüz oldukça keyifli ve güzel geçti.
40 gün olayı ne kadar mucizevi....hem maanen hem madden. Bunu çok tefekkür ettim. Neden 40?
Annenin iyileşme süreci 40 gün. Bebeğin dünyaya geldiğini idrak etme süreci 40 gün. Manevi olarak kalbindeki perdeler bile 40 güne tamamlanıyormuş. O yüzden ilk 40 gün boyunca insanların tüm suretlerini görebildikleri için herkesle haşır neşir etmemek gerektiğine inanıyorum. Ona keza anne adayı hem bedenen hem ruhen ciddi değişiklikler yaşıyor yalnız bırakılmalarının herkesin hayrına olduğunu düşünüyorum.
Fakat toplumumuzda ne acelecilikse 40 ı çıkmadan insanlar hayırlamaya geliyor (birinci dereceden yakınları tenzih ederek).
40 dan sonra neler değişecek diye çok merak etmiştim. Hakikaten de ilk 40 ve sonrası diye bir ayrım oluyormuş.
İlk 40 gün çok düzensiz her şey. Tanışma süreci diyorum ben. Mümkünse bu tanışmayı yalnız gerçekleştirmek en makbülü. Ben biraz cesaret abidesi olduğum içinmiydi bilmiyorum kızımı herkesten önce ben ve bir an önce tanımak istediğimden yatılı kimseyi bırakmadım yanımda. Çok doğru bir karar olduğunu bugün yine teyit edebilirim.
Böylelikle ailenize katılan yeni üyenizle yaşama çok daha kolay entegre oluyorsunuz.

İlk defa anne oluyorsanız 0-3 aylık dönem hakikaten zor geçebiliyor. Nihayetinde hayatınıza size tamamen bağımlı bir canlı katılıyor. Çok aciz ve muhtaç. Onun açısından da durum zor. Dünyaya yeni gözlerini açmış. Burası neresi bilmiyor. Adaptasyon süresine ihtiyacı var vs. O yüzden ilk günler gibi seyretmiyor sonrası ne sizin için ne de bebeğiniz için.
Gerçi bana kalsa ilk günlerde hapsolmak isterdim...Ben o kadar keyif aldım o zamanlardan.

Uykusuzluk problemi!!!
Aynen böyle naklediliyor.
Toplumsal olarak öyle değişik kafalar yaşıyoruz ki.
Reyyan'ın mevlütüne gelenlerin ekseriyeti bana gecelerimizi soruyordu.
Uykusuzluk nasıl??
Gayet güzel diye cevap veriyordum.
Geceleri kesintisiz uyumak beklentisiyle çocuk sahibi oluyor bu insanlar sanırım diye düşünmeye başladım.
Aslında bütün espri ne beklediğinizle alakalı bence. Eğer hayatınıza aynen devam etmeyi planlayarak çocuk sahibi oluyorsanız tabiiki sonrası biraz hüsran. Zira bir süre ama sadece bir süre öyle olmuyor ve olmayacak. Eğer bu bilinçle bebeğini karşılarsa insan bence yaşadığı zorluk çok da zul gelmeyecektir.

Uyku demişken...
Babamın çok sevdiğim bir sözü var ''çocuklar aslında düzgün biz ebeveynler müdahalelerimizle bozuyoruz'' diye. Bu felsefeyi kendime şiar etmiştim. O yüzden 0-3 aylık dönemde Reyyan'a mümkün mertebe az müdahale ettim. Hastaneden eve döndüğümüz günün gecesinde gece sadece 1 kere uyandı kalktım ve talebine karşılık verdim. Henüz doğum şokunda olduğunu biliyordum. Gelecek günler nasıl olur diye merak içerisindeydim.
Geceleri uyanmadığı sürece kaldırıp besleme olayı bana oldum olası saçma geldi. Kendisi acıkınca zaten belli ediyor neden uyuyan çocuğu illa kaldırıp besliyoruz?? Burada Reyyan'ın oldukça iyi bir kiloda doğması da etkendi tabii...
İlerleyen günlerde Reyyan doğum şokundan sonra geceleri 1 kere beslenmeyle devam etmek istedi bende ona ayak uydurdum. Taa ki ramazana kadar. 'Kendi kendimize çocukları bozuyoruz'un ispatımıydı yoksa öyle olacağı dönememe denk geldik bilemiyorum. Ama geceleri 1 defa saat 05:00 gibi beslenen çocuğu sahur programına endeksleyeyim diye 02:30 civarlarında beslemek istedim. Evet oldu fakat saat 05:00 değişmedi. Bu sefer her gece 2 kere beslenmeye başladı. Yani kendi kendime iş çıkarmış oldum :).
Bedelini de ödemeye devam edeceğim yapacak bir şey yok.
Saat 8-9 gibi gece uykusuna geçiyor sabah 7 de mutlaka uyanıyor ve gece de 2 kere beslenme ile serüvenimiz devam ediyordu.


Beslenmeyele ilgili genlerimize nakşedilmis bir 'açlık sendromu' mu var sorusunu çok sordum bu süreçte. Zira etraftan sürekli bu çocuk aç, doymadı mı acaba gibi kaygı yüklü cümlelerle anneyi yüklüyorlar. Sonrası sütüm geldi mi gelmedi mi sıkıntıları. Bunu bir anneye duyurmaktan daha beter bir şey yok bence! Duymamak için elimden geleni yaptığım bir süreçti. Çünkü kesinlikle bir anne bebeğinin doyup doymadığını bilir, hisseder. Ayrıca hiç bir memeli benim sütüm geliyor mu sütüm yeter mi diye düşünmüyor!! Hiç bir kedinin veya ineğin emzirirken böyle şeyler yaşadığını gördünüz mü?
İnsan da en nihayetinde bir memeli zihnen kendini manipüle etmez ve ettirmez ise evelallah sütü mutlaka gelecektir ve de yetecektir. Yeter ki buna inansın. Yine Ayşe Duman'ın kitaplarından kendime ediniğim bir öğüttü;''sütüm geliyor ve de yetiyor'' düşünce kalıbı. Sürekli bunu düşünüp inanınca haddinden fazla bile geliyor sütünüz...(hamd olsun)

Bu dönemde oldukça fazla gelen sütleri stoklamak önemli bence ilerleyen sürede çok işe yarıyor.
 Aylar geçtikçe beyin- çocuk ve süt üçgeni birbirini tanıyarak yeteri kadar süt üretmeye başlıyor çünkü. Bebekte büyüdükçe daha çok içiyor ve bir ahenk meydana geliyor. Artık beyin yeteri kadar süt üretme emrini veriyor ve o taşmalar kalmıyor. Çalışan bir anne olacağım için zamanında stokladığım sütlerim çok işime yaradı.

Beslenmeyle ilgili de yine bir çok ekol bir çok yöntem dile getiriyor. Her ağladığında emzir, her istediğinde besle, 3 saatte bir, 2 saatte bir hatta saat başı beslenmeciler bile var...
Bu noktada bebeğinizi tanımak gerçekten önemli. Ne zaman ne için ağladığını bilmek, emzirme esnasındaki performansı vb...
Reyyan doğduğu andan itibaren emmeyi bilen bir bebekti. Hemde emme içgüdüsü çok yüksekti. Karnı tokken bile sürekli emme refleksinde oluşu onun sürekli aç olduğunu düşündürüyordu. Ağzı sürekli şapur şupur halde bir bebek düşünün o Elif Reyyan :). Emzik bize farz olmuştu adeta.
Bir kere deneyelim dedik.
Emziği ağzına koyduğumuz gibi rahatladı.
İnanamadık.
 Fakat hiç vermek istemiyordum. Yalancı bir şeyle çocuğumu kandırmak gibi. Yapay şeylerle kendini teskin etmesi içime azap veriyordu. Bir psikologla görüştükten sonra içim iyice rahatladı ve uykuya geçiş desteği olarak emziği kullanmaya başladık. Çok da işimize yaradı.
Fakat çocuk yetiştirirken takip edeceğiniz kendinize uyarlanmış bir eğitim methodolojisi olması gerekiyor. Zira eğitim ekolleri çokça ve birinin kabul ettiğini diğeri tamamen reddediyor vs..emzik için de durum böyleydi kimi ekol tamamen emziği reddederken kimi sonuna kadar destekliyordu. Çok bilmek bazen ayağıma ne kadar yük oluyor diye düşünüyorum. Bu tarz girdaplarımda pedagog ve psikologlar imdadıma yetişti. Çok beğendiğim bir cümleyi kendime kural ettim o vakit ''Çocuğunun neye ihtiyacı olduğunu gözlemleyecek ve onu vereceksin.Onun neye ihtiyacı olduğunu en  iyi sen bilebilirsin, biraz da geleneksel tarzı benimsemekte fayda var'' böylece emziğe bakış açım değişti. Amacına yönelik çok da faydasını görerek kullanmaya devam ettik.

Günler günleri kovaladı ve Reyyan büyüme ataklarına denk geldi. O günlerde huyu suyu değişti. Müthiş bir huzursuzluk ve benden ayrılamama, sürekli kucakta durma halleri sergiledi. Kimi zaman hep böyle mi kalacak diye ödümüz patlasa da. Geçti. Atakları takip edince daha rahat karşıladık. Bizi neyin beklediğini en azından biliyorduk.
Derken derken Elif Reyyan artık yüzünü tamamen bizden çevirir oldu ve etrafla ilgilenmeye başladı. En büyük huzuru kafasını göğsünüze dayayarak bulan evlat birden tersine yüz çevirince anne de bir garip oluyormuş... sürekli etrafı incelemeye, yüzü dışarı dönük gezmelere başladığımız gün artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını anladım. 3 aylıktık.
2 hafta geçti. Reyyanın her geçen gün gözü açılıyor, kesinlikle iletişime geçiyor, anlıyor ve anlatıyordu. Tüm sinyaller bana artık yetiştirmenin, eğitimin başlaması gerektiğini bildiriyordu. Bebeklerde eğitim denince tüyleri dikleşen bir grup var. Sakin olun o eğitim benim bahsettiğim eğitim değil. Benim eğitimden bahsettiğim; bu zamana kadar olan gelişigüzel tutumlar bundan sonrasında da devam ederse alışkanlık haline gelecek ve öğrenilecek. O nedenle bu saatten sonra yaptığımız her harekete dikkat etmek, sürekliliğini önemsemek en önemli eğitim anlayışımızı oluşturuyor. Bir uyku rutini, beslenme saatlerini belirlemek, uyku saatlerine dikkat etmek vs bunlar hep eğitim...

Şuan 3 buçuk aylık olsak da 42 haftalık doğmuş bir insan olarak 5 aylık semptomları gösteriyorduk.
Eğitimler, düzenler için Reyyan hazırdı fakat ben hazır mıydım?
Kendimi yavaş yavaş hazırlamaya başlamıştım kii...
4.ay uyku regresyonu kapımızı çalmıştı bile... Ne demekti bu uyku regresyonu?
4.ay itibariyle diş, dönme, kalkma, emekleme benzeri gelişimsel atakların en ciddisi gelecekti ve bu sebeple uykularda gerileme, gündüz uykuya dalamamalar başlamıştı. Geceleri güzel güzel uyuyan bebeğim gitmiş yerine başka bir insan gelmişti sanki. Her saatte bir bazen yarım saatte bir uyanıyor gözünü açmadan huysuzlanıyor ve uykuya dalamıyordu.
0-3 aylık dönemde dahi bu kadar uykusuz ve yorgun gezinmemiştim.
Bu durumun geçici olduğunu umut ederek yine ve yeniden bir araştırma geliştirme sahası açıldı önüme. 
Gündüzleri güzelce uyuyor fakat gece olunca başka bir hallere bürünmeye başladık. Bir uykudan diğerine geçemediği çok aşikardı. Gece boyunca 6-7 kere uyanmalar, dalamamalar!..

Bu gidişe bir dur demek adına hasar vermeden, ağlatmadan soft geçişlerle uyku eğitimi verebilir miyim? 
Bu fikrin üzerine biraz yatıp düşüneceğim...
 Ve yazının devamını 3-6 aylık serüvenimizde sonuçlarıyla göreceğiz.








22 Kasım 2017 Çarşamba

‘Yasamak Denen Bu Zahmetli İş’ Oyununa Dair







Bir zamanlar kalemim ve objektifligim esaslı, tiyatro eleştirmenliği teklifi almış, bir süre yayınlar yapmış, yayınlarım ünlü tiyatrocular tarafından begenilip, desteklenmiş akabinde gezi olaylari esnasinda büründükleri sağduyusuz ve holiganizm içerikli söylemlerinden ötürü kendileriyle çalışmama kararı almıştım. Sonrasında bir çok oyun izlesem de fikrimi sadece cevremdekilerle paylaşıyordum ki bu akşama kadar...  En son paylaştığım hikayeme mesajlar gelince, oyunla ilgili bir şeyler yazmak gerekti.

Oyunun adi Yaşamak Denen Bu Zahmetli İş olunca insan bu zahmete dair ciddi beklentilere sahip oluyor bir de üzerine oynayan Musa Uzunlar olunca beklenti iyiden iyiye artıyor, yani benim için öyleydi en azından. 3 yılı var oyunun, bende ne zamandır merak ediyordum...

Musa Uzunlar'a Ülkü Duru eşlik ediyordu oyunda . Yüzündeki botokslari 300m den belli olan usta oyuncu ne kadar iyi oynasa da yüzündeki ifade, jest ve mimikleri hep aynıydı, izlerken onun adına üzüldüm açıkçası... Hatta o kadar ki oyundan kopmami bile sağladı estetikleri. Bir tiyatrocu için büyük kayıp👎.

Ülkü Duru'nun estetiklerine rağmen çok güzel oyunculuklar sergilense de ben oyunu beğenmedim😕.
Evliliğe dair ciddi sorular ve sorgulamalar barindiran oyun sonunu iyi baglayamadi. Tek perdeydi. Kisa zamanda cok soru tadindaydi.

 Halbuki konu cok güzeldi. Evlilik neden yapılır? Kim için yapılır? Sonrasında neler olur vs.. Fakat bazi şeyler havada kaldı sanki...sadece sorulardan hoşlaşmıyorum zira soruları bende soruyorum. Cevaba dair de farklı ufuklar bekliyorum genelde eserlerde...
Uyarlamadan ötürü mü yoksa metnin orjinalinde de böyle mi bakacağım.
Eser yahudi yazar Hanoch Levin'e ait. Oyunda da Yona ve Leviva karakterlerinden yahudiliği algilayabiliyorsunuz zaten.
Oyun çıkışında eşimden güzel bir soru geldi; " sahi bu oyunlar ve metinleri neden hep yabanci?!".
❗❓
Uyarlaninca sakil duran taraflari ise hep baki bu eserlerin.
Velhasıl birgün uyarlarken en azından biraz daha bizden, bize göre bir uyarlama izleme umuduyla gelecek oyunlara niyetlenelim🙏.

19 Ekim 2017 Perşembe

FuturİSTanbul 2017

Geçen hafta zihnimi toparlamam epey vakit aldığından yazmak şimdiye nasip oldu...
Zaten Thomas Frey'de aynen böyle demişti konuşmasının başında; 'zihnen alt üst olacaksınız'...
Dünyaca ünlü futuristlerin ağırlandığı Futuristanbul, İTO'nun ev sahipliğinde Zorlu Performans Sanatları Merkezinde gerçekleşti.

Neydi FuturİST?
Yakın, orta ve uzak gelecekteki ekonomik, ticari, teknolojik ve toplumsal  konuların konuşulduğu bir platformdu.
Böylesi bir ev sahipliğini İstanbul Ticaret Odası yaptığı için kesinlikle desteklenmeli ve teşekkür edilmeli, gıyaben şükranlarımı arz etmeliyim; gelen konuşmacılar, organizasyon muazzamdı.



İTO Başkanı İbrahim Çağlar başlangıcı şu şekilde yaptı; Aklımızı robotlara vereceğimize göre gelecek dünyayı inançlarımız belirleyecek. Sonrasında oldukça düşünmemi sağlayan bir cümleydi bu.
Çağlar'dan sonra benim de çok önemsediğim biri olan Thomas Frey konuşmasına başladı.
Keşke elimden gelse de tüm dinlediklerimi sizlerle paylaşabilsem fakat aklımda kalanlardan iz sürmeye çalışacağım...


Thomas  Frey öncelikle geleceğin herkese eşit düzeyde gelmeyeceğinden bahsetti. Ne kadar manidar değil mi?
Bazı ülkelerin arasında yaşanan zamansal farklılığın gelecekte de devam edeceğini ve eşit düzeyde bir gelecek yaşamayacağımızın altını çizdi.
Günün sonunda şu zamanda bile aynı zamanda yaşamadığımız kanaatindeydim. Gelen konuşmacıların ekseriyeti Amerika ve Londra menşeili idi. Ve onların anlattıkları günümüz ile bizim şuan ülkemizdeki günümüz bile farklıydı. Örneğin; son konuşmacılardan biri olan Ben Hammersley mutfağında bulunan Alexa adındaki bir cihazdan bahsetti, yapay zeka ile çalışan, bir nevi küçük sosyal robotunuz...sonra kolunda saat gibi taşıdığı ve gününü onun söylemlerine göre şekillendirdiği Hoopvents'inden bahsetti. Her sabah, o gün kalp gücü ve tansiyonu neler yapmaya elverişliyse onları söyleyen bir küçük yardımcı daha...
Sadece Alexa ve Hoopvents olmadı tabii farklı günümüzü yaşadığımıza kanaat getirmemi sağlayan doneler...
Futuristlerin anlatımları karşısında bilim-kurgu filmlerindekinden ibaret kalan bir gelecek algımız olduğunu gördüm. Katılımcılardan...Ki katılımcılar özel davetiye ile belirlenmiş olmasına karşı seviye buradaydı.
Hak veriyor insan; gelecek herkese eşit olarak gelmeyecek vesselam...


Thomas Frey 2030'a kadar 2 milyar iş sahasının yok olacağı tezini savunuyor.Bunun için gösterdiği deliller de hiç yabana atılası değil. Bunların yerine doğacak yeni gelecek endüstrileri ise 'yok edici 8 sektör' adı altında sunuyor.
Bu endüstrileri bugünün tarihiyle buraya düşmüş olalım ve ömrümüz yeterse gözlemleyelim;

1.si Flying Drones dediği dronlar...Frey, dronlar üzerinde çok fazla durdu. Çünkü dronların bugün bizim bildiğimiz fotoğraf video çekiminden öte bir gelişimsel süreç izlediğini anlattı.
Dronlar sayesinde ilk yok olacak sektörlerden biri taşımacılık, kargo ve dahi lojistik sistemleri...
Ve yine dronlar ile itfaiyecilik, muhabirlik, acil yardım, haritalama gibi sektörlerin de tehlikede olduğunu önesürdü.
Dron taxilerin Dubai'de faaliyet gösterdiğinden de yine bu konuşmada haberimiz oldu. Airbus şuan dünya pazarına satmaya hazırlanıyormuş dron taxileri!
2030 yılında 1 milyar dron olacağını belirten Frey şuan tüm dünyada dronların yasal haklarının neler olacağının tartışılması gerektiğinin altını çizdi.

2. Driverless Technologies diye ifade ettiği sürücüsüz teknolojiler. En kısa sürede işini kaybedecek olanların sürücüler olduğu düşünülmekteymiş.
Galerilerin, araç kiralama şirketlerinin, garajların, otoparkların çok kısa sürede ortadan kalkacağını düşünüyorlar.

3.Trillion Sensor Movement 

4.İnternet of Things


5.3D Printing; Frey'e göre bu 3 boyutlu yazıcılar ile birlikte insanlar çok kısa zaman dilimlerinde evlerini yenileyecek hatta evlerini temizlemek yerine yeni ev basımı yapacaklar! Ne kadar ütopik geliyor değil mi?


6. Contour Crafting; duvarların yok olacağı böylece 2030 larda çok değişik mimarilerin bizi beklediği de tahmin edilenler arasında.

7.Virtual Reality; sanal gerçeklik, bilgisayaralar tarafından simüle edilen ortamların her yeri kaplayacağı artık çok basit bir öngörü. Ve işte bu sanal gerçeklik durumu beni ürkütüyor!

8.Artificial İntelligence; Yapay zeka! şuan tüm dünyanın gözü işte bu muhteşem 8.ci sektörde. Uzun zamandır benimde ilgilendiğim hatta bir projede kullandığım, insan zekasının kopyasını üreten bilim insanlarının en iyi eseri denilebilir şimdilik...
Her bir başlık aslında uzun uzun üzerine konuşulası olsa da en çok ilgimi çeken tabiki yapay zeka olmakla birlikte bir başka blog konusu olarak şimdilik kısa tutalım...

Genel itibariyle tüm futuristlerden aldığım elektrik onların gelecekten korkmadıkları bilakis tüm bu gelişmeler bir çok insanı işsiz bırakırken bir çok yeni iş sahası açacağı yönünde oldu.
Üzerini önemle çizdikleri husus ise inovasyon oldu. Yani yeni teknoloji çağında çok hızlı gelişime ve değişime açık olabilme sürecimiz..


Thomas Frey konuşmasını tamamladıktan sonra sıra Independent'ın yardımcı editörü ekonomist&futurist Hamish McRae' ye geldi.
Ekseriyetle küreselleşme vurgusu yapan McRae, dünya dengelerinin ekonomik açıdan değişeceğinden dem vurdu. Dünyanın en büyük ekonomisi olacak olan Çin, Hindistan ve Endonezya ile ilgili konuştu uzun uzun...
Canım ülkemin doğum oranlarının düşüşünü ve buna bağlı olarak nüfus oranlarımız, ekonomiye katkımız derken 3 çocuk şart söylemine bağlandım zihnimde. Kesinlikle ülke politikası haline getirilmesi gereken bir nokta olduğu kanaatine bir kez daha vardım .Fakat yine de bir teselli verdi McRae; kadınlarımızın iş gücüne katılımının düşüklüğü sebebiyle gelecek dünyada 12. sırada kaldığımızı eğer kadınlarımızı da iş hayatına katarsak bu sıralamanın daha da yukarılara çıkabileceğine değindi.

Ve bir avrupalı olarak Hamish McRa ve gibilerinin asya ve doğu kültüründen oldukça çekindiklerini gördüm. Zira şuan Amerika ile yarışabilen tek gücün Çin olduğunu düşünürsek asyalılar hakkında herkesin aklında bir soru işareti var gibi...Tüm dünya Çin'in gelecekteki gücünün farkında. Bu onları kesinlikle çok tedirgin ediyor.
Bir doğu ve asya aşığı olarak beni şuandan daha fazla tehdit etmeyeceği kanaatinde olsam da nihayetinde Türki Cumhuriyetlerine Çin'in yaptıklarını düşününce o kadar da emin olmamam gerektiğini farkettim.
Dünya dengeleri derinden sarsılıyor ve güç adeta el değiştiriyor. Avrupa'nın kaybeden tarafta olduğunu iyice dile getiriyoruz artık.
Sosyal medya analizi yine McRae'nin dikkat çektiği hususlardan biri. Avrupalı devletlerin hiç birinin sosyal medya şirketlerine rakip bir şirket çıkartamayışları bu şirketlerin hepsinin Amerika ve Çin'in elinde oluşu yine Avrupa'yı geleceğe karşı tedirgin eden unsurlardan biri.
McRae'de bu veriler analizinde konuşmasını tamamlıyor.


Konuşmacıların en dinamik ve heyecanlısı Ben Hammersley ise ingilizceye yeni eklenen bir tabirden bahsederek başlıyor ; ''The Meat Puppets'' yani et kuklaları, bunu gelecekte işleri ellerinden alacak insanlar için kullandıklarını ne yazık ki belirtti.

Gelecekle ilgili fikirlerini beyan ederken meslek gruplarından içerisinde psikomotor beceri gerektiren, duyusal ve sağ duyu gerektiren işlere teknolojinin hiç bir sekte vuramayacağından bahsetti.

Sorular dönüp dolaşıp nedense hep eğitime bağlandı.
Katılımcıların ekseriyeti eğitimci olmasa da herkesin aklına gelecekten eğitimin nasıl etkileneceği oldu.
Neredeyse tüm katılımcılara sorulan bu sorunun cevabını bütün konuşmacılar Michio Kaku ile benzer şekilde cevapladılar....
Gelecekte görev kaybına en az uğrayacak meslek grubu insanları öğretmenler olacak. Evet robotlar ders anlatabilecek fakat hiç bir zaman bir öğretmen yerine konulamayacaklar.
Zira eğitim, insan üzerinden nakledilebilen bir kavram olduğu kanaatindeyim naçizane. Futuristler de aynı düşüncedeki aşağıdaki tablo ortaya çıkmış.



Ben Hammersley'in akabinde Dr. Şeref Oğuz, Müfit Can Saçıntı ve Hakan Tetik ile panel ortamı oluşturuldu ve samimi bir türk sohbeti başladı.
Hepsi de çok kıymetli yerlere dikkat çektiler;özetle, gelecekten umutlu olduğumuzu, geleceğe bizim ne taşıyacağımızı ve bize ne kalacağının üzerinde durdular.




Tüm gün süren bu beyin fırtınalarından bize kalan; geleceğe dair öngörü sahibi olmak aslında müminin feraset sahibi olmasıyla eşdeğer bir algıdır vesselam...


8 Mayıs 2017 Pazartesi

Safranbolu Günlüğü

Karabük Üniversite öğrencileri için söyleşiye giderken bir günlük dahi olsa gezi planımızı çıkarıyoruz.
Biz de böyle seviyoruz napalım. Her okuduğumuz yeni kitap gibi her yeni gördüğümüz yer yeni bir bilgi getiriyor. Yanında mutlaka güzellikler getirmesi de cabası...

Velhasıl rotamız Safranbolu....
Zelifra'dan geliyor. Oldukça kökenli ve değişmeli bir süreç yaşıyor beldenin ismi.
Safranın bolluğundan en sonunda Safranbolu kalıyor.
Gerçekten her yerde safran ile ilgili bir şey görüyorsunuz.
İlki Safran kolonyası yada sabunları..
(Eski çarşının içerisinde)

Biz buradan sabunlar ve kolonya alarak devam ediyoruz.


Safranbolu'nun en meşhur şeyi olan lokuma sıra gelince onda da safran diyorlar illa. Evvele en iyi yer olan İmren'i buluyoruz, başlıyoruz sırayla tadmaya benim favorim değişmiyor her zaman çifte kavrulmuş. 
Seminerde aldığım hediyelerden biri de SafranTat Lokumlarıydı. O nedenle kıyaslama fırsatım oldu. İmren bir harika dostlar. Özellikle bulamadığımız bir lokumu var gül yapraklı. Çarşı içerisinde bir kahve de ikram edildiği için öğrenebildik bizde. Çok az üretilip hemen bitirilen bir ürünmüş, onu muhakkak yakalayıp istanbula sipariş verdireceğim. Bulursanız kaçırmayın derim...


 Safranbolu'da gezilecek yerlere gelirsek; Eski Çarşı


Tipik fotoğraflarda görülen Safranbolu burası.
Konaklar, dükkanlar, kafeler ve turistlerden oluşuyor.
Tarihi Müzesi; eski kaymakamlık en güzel fotoğraf açısı da buradan yakalanabiliyor. Arkası müzeleştirilmiş cezaevi.
Daracık arka sokakları, çok güzel konakları ve canlı bir ortamı var Eski Çarşının.
Bütün Karabük burada atıyor hasılı.


Ne yenir Eski Çarşıda?

Bizim için önemli bir mesele bu :)
Yeni gittiğimiz her yerde yöresel şeyler yemeğe tercih ediyorsanız sizde bizim gibi.
Kadıoğlu Eski Çarşı'nın en ünlü lokantası.
En ünlü yemekleri de Bükme ve Kuyu Kebabı.
Bükme denilen bir pide çeşidi aslında içinde kıyma soğan ve ıspanak var. Çok da bir esprisi yoktu açıkçası fakat kuyu kebabı çok lezzetliydi şiddetle tavsiye edebilirim.

Eski Çarşıdan sonra gezilecek yerlere başlıyoruz; Krsital Teras

Bu manzaraya baktığın yer yer değil cam :)
Heyecan uyandırıyor bencede. İlk yapıldığında camda çizikler oluşmadığ için ayağınızın altında uçurumu görebiliyormuşsunuz fakat artık öyle değil. yine de sarsıntı meydana geldiğinde etrafınızdaki tedirginliği gözlemleyebiliyorsunuz. Hoş bir anı.

Devam ettiğinizde aşağısının bir kanyon olduğunu görüyorsunuz; Tokatlı Kanyonu. Outdoor eşyalarınız yanınızdaysa harika bir yürüyüş yeri fakat yoksa ciddi sıkıntı. kaç yüz merdiven inip çıktığımızı bile hatırlamıyorum. Laktik asit patlaması yaşıyordum en son.
Oksijene doyuyorsunuz adeta, çok güzeldi.
Kanyonun sonunda at çiftliği denemese de at binebileceğiniz küçük bir parkur var.

Kanyonu da bitiriyor yola koyuluyoruz; Mencilis Mağarasına.
Yine bir dünya merdiven ve tırmanıyoruz yeniden!


Fakat gördüklerim karşısında merdiveni de yorgunluğu da unutuyorum.
Mencilis mağarası 3 milyon yıl öncesine dayanıyor. 6 km uzunluğunda olduğu söyleniyor. Ve içerisi yaz-kış 15 derece. Ne üşütüyor ne terletiyor açıkçası.
İyki gelmişim dediğim yerlerden birini daha yazıyorum.


Yeni yerler görmenin yanısıra yeni şeyler yemek gibi bir tutkumuz var maalesef :)
En iyi ne nerede yenir diye diye geziyoruz. Bükme ve Kebabtan sonra Etli Sarma ve Peruhiyi öğreniyoruz.

Peruhi; içine süzme yoğurt konulan mantı aslında.
İkisininde en iyi adresinin Safran Konak olduğunu öğreniyoruz ve aynen katılıyoruz. Yanında orjinal
al Bağlar Gazozu'da eklerseniz tam yöresel olursunuz.
Yemek sonrası altın vuruş ile kapatıyoruz .

6 Mart 2017 Pazartesi

Reis!

Bazı şeylerin gelişmesi değişmesi icin pek bir fırın daha ekmeğe ihtiyacımız var...
03.03.2017 tarihinde vizyona giren Reis filmine o günün gecesinde koştura koştura gittik. Uzun zamandir beklediğim biyografik bir filmdi Recep Tayyip Erdoğan'ın hayatının anlatıldığı...

Menderes'in idamindan başlıyor film. Menderes'in veda mektubu ki beni aglatmaya, urpertmeye her defasinda yeten de artan... Daha sonra R.T.Erdoğan'ın çocukluğu ile belediye başkanlığı arasında geçişlerle bir film izliyoruz. 
En büyük temennim; benim dahi bildiğim fakat kamuoyuna hic bir zaman duyurulmayan uğradığı suikastlardan bahsedilmesi...ki sonunda bir tanesi; hapishanede uğradığı teşebbüs anlatiliyor filmde.
Filmi izlerken Mustafa Ceceli'den hep bi ümit yüreğimde...şarkısı dilimde, zira gerçekten iyi bir film izlemek istiyorum.
Ama nerde....dedirtirsen bir özeleştiri sarıyor zihnimi. Bazı şeyler olmamış, olmuyor, uzun zaman da olabilecek mi bilemiyorum. 
Yapılan eger sanatsal bir iş ise o cerceve de kalmak gerekiyor. Bir tokat atma sahnesinde alt yaziyla halkin tokadiydi bu denmesi çok yakisiksizdir örneğin. Ben halkim zaten ve oradaki manayi anlayabilecek kapasitem de var ayrica o tokadi atan ben isem elimi gözüme sokmanıza gerek var mı?
Evet doğru bugün R.T. Erdoğan'ın iktidarinin arkasında; bir şiir okumasi bahane edilerek  baltalanmak istenen siyasi hayatı ve pes etmeyişi vardır. Yapılan haksızlık nedeniyle bu halk hapishaneden onu başbakanlığa taşımıştır. Bunları unutmadik...müsterih olabilirler.
Ve fakat artik istedigimiz bir şey var; Sanat-İlim-Bilim...
Yo yo haksizlik yapmiyorum. Biliyorum...memleket diye sevdigimizin nasil derin devlet yapilanmalariyla dolu olduğunu. Tabiri caizse orumcek ağlarının her köşesinde nasıl yuvalı olduğunu, hükümet diye seçtiklerimizin iktidar olup muktedir olamayislarini...hepsini biliyorum fakat 16 yıl sürse de artık bunların bir hükmünün kalmadığını veyahut oldukça zayıfladığının da farkındayım. Muktedir olabilme savaşının verildiğini bildiği için bu halk hep destek oldu bu iktidara.
Ve halk artık yoruldu bu çok net. Bundan sonrasinda aynı desteği halkin iktidardan beklediği de aşikar. 

Film esnasında sıkılıp gidenler mi istersiniz. Homurdana homurdana devam edenler mi?!
Mesaj açık değil mi?

Misal bu filmi bir sanat eseri nezdinde çekebilecek Türkiye'de sanatçı yok❎ buna tamamim. Yok değil var da çekecek zihniyeti olmadığından çekmeyecek filmi, eyvallah... 16 yıllık iktidarda bir sanatçı zihniyeti de olusturamadik ona da peki...(o iş o kadar kolay bir iş değil 100 yıl boyunca ilk olarak sanatçıları ele geçirdiler zihniyet olarak. Sanatçıların evrildiği gün bizim küresel bir güç olduğumuz gündür.. O nedenle daha var o günlere....) 
Bu mazeretlerin hepsini haklı buluyorum ancak yurtdışından bir yönetmene de çektirilemezdi bu film? Yabancı bir ekiple müthiş bir esere dönüştürülmezmiydi yani?
Bu halkı en iyi analizleyen adamlardan biridir R.T. Erdoğan, ve artık halkın ondan istekleri var. Beklentileri var. 
Gelişim desteği istiyor. İlim istiyor, irfan bekliyor. Aptal yerine konulmak istemiyor. Nesil yetiştirilmesini istiyor. Ve bu neslin artık bilimle sanatla yoğurulmasını istiyor. Zira muassır medeniyetler seviyesi ancak bunlarla temin edilebilir bunları biliyor. 
Ve halkın bu beklentileri kesinlikle gecistirebilinecek hükümlerde değil...o filme Reis'i çok seven insanların gittiğine de şahitlik ettim. Ve sonrasında yaşadıkları sükut-u hayali....bu desteklerin karşılığı bu değildir tarzı imaları...buraları iyi okumak lazım. Buralar göz ardı edildiği takdirde Reis'in arkasındaki halk elini çekecek gibi... Bunu Ankara' da umut ediyorum ki görüyordur.

Velhasıl-ı kelam daha çok tam buğday ekmeği payınıza Reis!

31 Ekim 2016 Pazartesi

Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi- Majidi

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki ben nacizane sanat sever bir pozitif bilimciyim. Bu ayrım beynimizin hangi loplarında iddialı olduğumuzu gösterebilmek adına önem taşıyor.

Bundan sonra...

Biz dün, 5 yıl beklediğimiz Mecidi'nin filmini izlerken meğer ortalık baya ayağa kalkar olmuş... Filmi tavsiye edenler ve men edenler şeklinde ciddi bir kutup oluşmuş. 
Filmi izlediğimi sosyal medyada paylaşmamdan sonra hatrı-fikri sayılır insanlarımdan mesajlar almaya başladım... sonrası okumaya koyulmaca oldu.

Öncelikle filmi yeren grupta da öven grupta da önemsediğim yazarlar var. 

İnsanın bu film hakkında çok da kolay k(t)anı oluşturabilmesi mümkün değil. Net!

Bir kere teoloji ilmine sahip olmadan hiç bir din adamı bu filmi yadsıyamaz yada onaylayamaz demiş Yusuf Kaplan. Amenna kesinlikle katılıyorum. Bunu bilmek için de biraz akademik bilgi yeterlidir. Bu yüzden ilahiyatçılardan bilmem kim hocalar onaylamış denmesi benim için de bir anlam ifade etmiyor. Dini perspektiften bakmakla film hakkında olur yada olmaz diyemezsiniz. Her şeyin bir ilmi olduğu gibi sinemanın da bir ilmi var. Ondan da anlamak gerekiyor. 

Film hakkında kendi düşünceme bakıyorum. Bölük hissediyorum kesinlikle. Ne o tarafa ne bu tarafa...

Hatta bir kere daha izlemeye niyetliyim daha farklı perspektiflerle...

Öncelikle Mecidi'nin dünya literatürene geçmiş müslüman bir yönetmen olması bakış açımıza subjektiflik katıyor. Sadece bir Hollywood yönetmeni çekmiş olsaydı filmi farklı olacaktı herşey...
Fakat yine Mecidi'nin şii bir müslüman yönetmen olması işleri karman-çorman ediyor.
Filmin yönetmeni bir şii ise tabiki onun gözünden Peygamberimiz (s.a.v) anlatılacak. Ben bundan doğal bir şey göremiyorum. Basit bir neden-sonuç ilişkisi aslında sadece.
Bir şii inandığı şekilde peygamberini anlatıyor.
Mustafa Akkad kendi inandığı şekilde anlatıyor Çağrı filmini yapıyor.


Tabii aynı Mustafa Akkad hayatının son on yılını Selahaddin Eyyubî'nin hayatını konu edecek bir film için sponsor arayarak geçiriyor ve bu film için İstanbul Büyükçekmece'de bir set kuruyor ancak sponsor bulamadığı için ABD'ye dönüyor!
Bunu da söyleyelim lütfen. (Bence biraz özeleştiri hepimize farz)
O zaman lütfen bir de ehli sünnet peygamberini anlatsın!


Beklediğim itikadi yanlışlıkları müthiş bir filmde izlerken benim içimden sızı geçiyordu. Böyle bir filmi ehli sünnetin çekemeyiş sızısı. Nedeni...
Bu yüzden evet filmde bizim de büyük seslerle AMA!!! dediğimiz yerler oldu.
Mesela Emevi Haşimi durumunun kronolojik olarak yanlış verilmesi gibi...
Ebu Talip'in tebliğ yapması gibi... 
Bunlar filmde bana batan Şia etkileriydi.
Efendimiz s.a.v in saç, el ve hatta kısmi bakışları...sıkıntı doğuran yerlerdi. KABUL
Sonra Efendimizin doğumuyla meydana gelen mucizeler hilaflı bir konudur islamda. Buraya da değmiş Mecidi.
Tabiki değecek-değinecek-batacak daha en başında ayrılıyoruz adamdan Şiilik ve Ehli Sünnet üzere diyoruz. Bundan sonrakiler Şiiliğin gereklilikleri ve Ehli Sünnetin gereklilikleri. Bu yüzden yazılanların kalabalıklarını anlayamıyorum. Daha benim yazmadığım bir sürü sizi- inancınızı rahatsız eden kareler görebilirsiniz filmde. Fakat ben zaten bunu bilerek gitmiştim filme. Kimler Mecidi'den Ehli Sünnete uygun bir film bekliyordu ki?? Bir hristiyan veyahut yahudi çekmiş olsaydı filmi gitmeyecek miydim? Yine gidecektim ne söylemek istemiş diye. Önemli olan filme ne bulmaya gittiğinizdir bence...

İslam tarihini veya peygamberin hayatını Mecidi'den veyahut başka bir yönetmen yazar vs..den öğrenme meylindeyseniz orası bambaşka... 
Asıl gaflet ve konuşulası yer de burası zaten. 
Bizler gördüklerimizi duyduklarımızı araştıran doğruluk derecesini tartabilen müminler olamadık. İslamda buna feraset sahibi mümin deniyor.
Gitmeyelim çünkü biz islam tarihi bilmiyoruz, gitmeyelim çünkü biz siyer dersi hiç görmedik, gitmeyelim çünkü dinler arası diyalog hususlarına dair şerri hiçbir meseleyi irdelemedik. Men eden yazarların eleştirmenlerin korktukları yer tam da burası. İnsanlar dinini ve dahi peygamberini bilmiyor, tanımıyor. Haklılar!
Bu filmde gördükleri her şeyin doğru olduğunu varsayacaklarsa gitmesinler. Evet.

Ben gözünü, dilini sevdiğim bir yönetmenin filmini izlemeye gittim. Görüntü yönetmenini izlemeye gittim. Soundları duymaya gittim ki her biri bir harikaydı.Gittiğime değdi mi diye sorarsanız kesinlikle değdi. Ben zaten Mecidi'den Şia Peygamberi anlayışını anlatacağını bekliyordum onu da bulduğumu söyleyebilirim.