7 Aralık 2013 Cumartesi

Göynük Günlüğüm

Hayatımda binmem gereken trenlere hep geç kalmışımdır. Giden trenin arkasında bakarken acımanın ne demek olduğunu iyi biliyorum.

Gecikmiş de olsa bir tatil yapmam gerekiyordu artık.
Sonbaharım yani en sevdiğim bunun için ideal bir zamandı.

Abant, Göynük, Mudurnu arasında kalsamda Göynük son kararım oldu.

Haremden kalkan Göynük arabası ile düştüm yollara.
Yollar ki benim en sevdiğim... tefekkürümün en lezzetli anları. Hele ki yeşile doğru yol aldığınız bir yolculuk ise bu...


Sonbaharda ağaçlara baktığımda kırmızıdan sarıya, mora, yeşile kadar her rengi görüyorum. Onların zikrullahını duymak, düşünmek, hayret yaylasında gezinmeye benziyor. Doğaya ve yol manzarama baktıkça bir kere daha doğru bir karar verdiğimi teyit ediyorum. İçim açılıyor, ciğerlerime oksijen kaçıyor. Gözlerim zevke dalıyor.



Derken Göynük arabasında, yanında oturduğum teyzem sohbete giriyor. ''Nerelisin?, kimsin?...'' gibi türlü sorular...
Ziynet teyze, Göynük halkından. Kalacağım konağın sahipleri de onun yeğenleriymiş. Oldukça küçük bir yere gittiğimi o an anlıyorum.
Ziynet teyzemle sohbetimiz koyulaşıyor.
Yüzündeki nura bakmaya doyamadıklarımdan o da...
Ziynet teyze öyle geleneksel bir müslüman da değildi keza...
Maaile hafızlarmış. Hafız bir baba ne çok anlamlar teşkil ediyordu bir ailede ya Rabbi...
Mola verdiğimiz bir namaz arasında aklıma birşey takılıyor. Hafız amcalarımız genelde tariklere karşı biraz soğuk dursada acaba Ziynet teyzenin bir yolu var mıydı?
Soruma aldığım cevap karşısında bir daha çıktım hayret vadisine... Büyükler gerçekten çok büyüktü. Ve asla evlatlarını yolda yalnız koymuyorlardı. Hamd ve şükrü dilime zikir ederek yola devam ettim.

Otobüs Göynük terminaline yanaştığında elime sıkıca yapışmış şekilde buldum Ziynet teyzeyi. ''Bırakmam'' diyordu. Gerçekten bırakmadı da. Eşyaları bırakır bırakmaz sofra kurma telaşına düştü. O sofrayı kurmaya çalışırken kapılar çalıyor ikramlar geliyordu. Bu sefer Ziynet teyzeme hayret vadisine doğru yolculuk gözükmüştü. ''Ne nasiplisin be yavrum sen'' diye sayıklayarak düşünceye daldı. Duruyor duruyor bu fakire dua ediyordu. Misafir olan ben, sofrasına gelen ben, dua alan yine ben... Subhanallah...

Yemek sonrasında Ziynet teyze beni bırakmak istemiyor bir başına yaşadığı evinde misafir etmek istiyordu ancak konağın müşterisini alarak tepki görmekten de çekiniyordu. Bunun mümkün olmadığını ellerinden öperek izah ettim güzel nineme. Sonra geleneksel Göynük kıyafetini giyerek beni konağa teslim etmek üzere çıktık Ziynet ninenin evinden...


Göynük'ün geleneksel giyimi bu şekilde. Şalvar üzerine bu şekil bağladıkları bir örtü. 
Ne acı ki yeni jenerasyondan kimse bu geleneği yaşatmaya yanaşmıyor. Artık bu kılıkta sadece yaşlı nineler dolaşıyor Göynük ve civarında...

Caferler Konağı (kaldığım konak) kaymakamlığa ait işletmesini evli bir çiftin yaptığı ,150 yıllık,  restore edilmiş bir konak. Göynük'ün hemen girişinde, çarşı içerisinde, her yere yürüme mesafesinde bir işletme. 3 kişilik odalardan oluşuyor. diğer konaklardan farkı ise her odanın içersinde eski köy evlerindeki gibi gardrobun içerisinde özel lavabolarının oluşu... Her anlamda Caferler Konağı yine yine yeniden tercih edilesi bir mekan Göynük'de.

Yolun ve hayretler vadisinin yorgunluğuyla o günü akşam ediyor ve odama çekiliyorum. 

Ertesi gün kahvaltıda konakta kalan diğer İstanbullu  Hamza amca ile tanışıyorum. 60 yaşlarında bir istanbul beyefendisi...
Seyahatim kafa dinlemek ve kimsesizlik üzerine amaçlansa da anlıyorum ki bu sefer benim girişkenliğimden ötürü değil Göynük halkının sıcakkanlılığından bu amaca ulaşamayacak. ''Olsun'' diyor nasibimde olanlara razı geliyorum.
Hamza amcayla tanış olmaya devam ederken İstanbul'dan teyzemin iş arkadaşı olduğu çıkıyor mu ortaya! :)
Ellerim yukarı teslim oluyorum bu akışa...
İSKİ'deki yöneticilerden biri Hamza amca. Görevlendirme ile Göynük'de bulunuyor bir süreliğine...
Kahvaltı sonrası beni alıyor Göynük Belediye Başkanına götürüyor. Belediye deki insanlarla tanıştırıyor. Ziynet teyze den ötürü 'doktor hanım' olan adım, benden önce gitmiş meğer belediyeye :)
Şaşkınlıkla olan biteni izlerken saate bakıyorum; günü yarılamak üzereyim ve ben hala Bolu'nun efendisi, sahibini görmemişim...
Hamza amcaya meramımı anlatırken müsade istiyorum. Hamza amca da rehberliğime talip olarak geliyor peşimden. Beraber Akşemseddin Hazretlerinin makamına gidiyoruz.




Mübareğe yaklaştıkça ağır maneviyatı siniyor üzerimize. Bu gibi büyüklerin karşısına rabıtasız çıkmamalı insan Allah muhafaza...
Göynük'ün merkezinde çarşının tam içerisinde mübarek. Hemen yanı başından bir çay akıyor. Zaten Göynük içerisinden çay geçen su sesli bir kasaba. Tahta köprüler ile bağlanıyorsunuz hep merkeze.


Hacı Bayram-ı Veli hazretlerinin kurduğu Bayramiye tarikatı esnaf ve çiftçi tarikatıdır.
Akşemseddin hazretleri o zamanlar devrinin ilahiyattan tıbba, nahivden musikiye kadar öğrenmiş, fakat bir türlü ruhundaki sususuzluğu gideremediği için yüzünü tasavvufa çevirmiş, kendisine mürşid arayan genç bir alimdir. Nihayet dayanamayıp Şeyh Zeyneddin-i Hafi'nin yanına gitmek için Osmancık medresesindeki müderrisliğini bırakıp yola çıkar; fakat Halep'te bir gece rüyasında bir ucu boynuna geçmiş bir zincirin öbür ucunu Hacı Bayram Veli hazretlerinin tuttuğunu görür ve nasibinin Hacı Bayram Veli hazretlerinden olduğunu anlar; yoldan döner.
Ankara'ya geldiği zaman Hacı Bayram-ı Veli hazretlerini müritleriyle ovada mahsul toplarken görür. Yanına yaklaşır; fakat iltifat görmez. Aldırmayarak işe girişir; yemek zamanına kadar şeyhin müritleriyle beraber çalışır. Yemek vakti olur. Hacı Bayram Veli hazretleri kendi eliyle aş dağıtır. Fakat Akşemseddin'in çanağına ne burçak çorbası, ne yoğurt koyar; artan aşı da köpeklerin önüne döker. Akşemseddin hazretleri darılıp gideceği yerde şeyhin kapısının köpekleriyle ve onların çanağından karnını doyurur. Bu alçakgönüllülük, bu teslimiyet üzerine Hacı Bayram Veli hazretleri onu yanına çağırır, müritliğe kabul eder.

Ahmet Hamdi'nin dediği gibi; ''Akşemseddin'in şeyhinin köpekleriyle bir sofraya oturması ancak XV.asır Türkiyesinde görülür.''

Akşemseddin Hazretlerinin yanında Gazi Süleymanpaşa Camii var.

Namaz saatinde Hamza amca ile namaza giriyoruz. Osmanlı kokuyor tüm kasaba gibi bu camii de.

Namazdan sonra Hamza amca ile diğer bir Allah dostunun yolunu tutuyoruz. 
Bazı evliyaları anlatıyor Hamza amca bana; ifşa olduklarında mekan değiştiren (vefat) evliyaları...Tabak Dede yani Debbağ Dede, böyle olanlarından... Mütevazi fakat o denli kokusu yoğun bir zat-ı âli...


 




 Sonrasında yoluma yalnız devam ediyorum. İstikametimde Ömer Sıkkıni Hazretleri var. Onun türbesini görünce de Akşemseddin Hazretlerindeki gibi belki daha fazla bir ağırlığa kapılıyorum. Ömer yada Emir Sıkkıni hazretleri, Hacı Bayram Veli hazretlerinin ikinci halifesi Bayrami Melamiliğinin de piri... Türbesini ve etrafını görünce örtüşmeyi tahayyül ediyorum.



Bunca ziyaret ağır geliyor yüreğime biraz soluğa ihtiyaç duyuyuyorum. Bir banka oturuyor Hacı Bayram Veli Hazretlerini düşünüyorum. Ne büyük iki halife yetiştirmiş.(Akşemseddin hazretleri ve Ömer Sıkkini hazretleri) Sonra Fatihi sonra İstanbul' umu...En çok da ondan ayrı iken düşünülen İstanbul'u...

Tefekkkürüme Akşemseddin hazretlerinin inzivaya çekildiği küçük camisiyle devam ediyorum.

Bu cami Akşemseddin hazretlerinin türbesinden 100 metre ileride.
 
Biraz yukarısında ise Hızır aleyhisselam ile buluştuğu çeşme var. Çeşme diğer yapılara gösterilen ihtimamdan biraz ayrı düşmüş. Bakımsız ve özensiz kalmış. Çeşmeye varmak için oldukça dik bir yokuş çıkıyorsunuz. Yokuş bitiminde fakiri sincaplar karşılıyor :) Şehirde yetişmiş insan olmanın handikapıyla şaşkınlıkla sincap bana ben sincapa bakakalıyorum :) Ama ne mutluluk!

O günün sonuna doğru tekrardan Hamza amca ile buluşuyoruz. Çeşme Camiin'i geçerek beni hürmetle sevdiği bir ağabeyinin evine götürüyor. Babamın tanıma ihtimalini vurgulayarak. Hamza amca da eski ülkücülerden. Bu gittiğimiz Cemil bey amca da babamlar zamanının komiser reislerinden.
Hakikaten Hamza amcanın dediği gibi oluyor. Cemil amca ile ortak ahbaplıklara sahipmişiz. Tanışıklık akabinden sonra birden derin mevzulara yelken açılıyor. Cemil amca istirahate çekildiği Göynük'de bu tarz tartışmaya kimselerle girememiş olmaktan doğan hasret ile illa tartışmak istiyor. Fakat Hamza amca müsade isteyince tartışmamız yarım kalarak kalkmak durumunda kalıyoruz. Hanımı ile evlerinin avlusunun bitimine dek bizi yolcu ediyorlar.
Ne güzel Allah'ım...Orada hala bazı gelenekler devam ediyordu. Ayrılmadan evvel tüm samimiyetiyle ve ısrarıyla  Cemil amca ertesi güne yemeğe beklediklerini söyledi. Ertesi akşama sözleşerek ayrılıyoruz.

Göynük'deki 3. günümün adına 'sohbet günü' diyorum. Sabahından akşamına dek...
O gün, Göynük'lü hanımların gününe bile gidiyorum :)
Göynükte hanımların gayretiyle bir dernek kurulmuş.O hanımlardan bir tanesi de kaldığım konağın işletmecilerinden. Onların yaptıkları güne ısrarla davet ediliyorum. Ve gidiyorum. Kendilerini geliştirmek üzere gayretli, çeşitli hanımlar görüyorum tek bir şey rica ediyorum; aksanlarını bozmamalarını. Modernitenin bedeli olarak; geleneklerin bırakılması hususunda sohbet ettikten sonra müsade istiyorum.


Çarşıdan konağa geçerken kaymakamlığın orada bulunan kütüphane dikkatimi çekiyor. Bahçesinde biraz oturduktan sonra içeriye giriyorum. 


 









Hiç beklemediğim kadar büyük geliyor kütüphane bana. Sonra kitapları incelemeye koyuluyorum. Ve bir kitap; şaheserlerden....
Bir an gördüğüm kitap ile bulunduğum yer arasında bağlantı kuramıyorum. 
Martin Lings'in Kur'an Hat ve Tezhibinden Parıltılar...
 Özenle kılıfından çıkartıyorum. Sayfalarını çevirmeye başladıkça Göynük kütüphanesindeki eserlerin güzelliğini düşünüyorum. Şaşırıyorum. Acaba okuyanları, ilgilenenleri var mıdır?


Her bir sahifede hayranlığım artıyor. Martin Lings...
Sahifeleri çevirirken bu güzelliği bütün sevdikleri görsün istiyor insan. Bu mümkün olamasa da en azından görebilecek olanlara not bırakma fikri düşüyor aklıma:) heyecanlanıyorum. Kütüphane görevlisi görmeden kağıt arıyorum çantamda, fakat nafile... Sadece ajandam var; sayfalarından birini kopartmadan evvel elime bir ders notum düşüyor:) Gen Mühendisliği ve Biyoteknoloji notu. İşte budur diyorum:) daha iyisini bulamazdım. İsmimi yazmadan notu bırakıyorum. Kim bulacak acaba diye düşünerek kütüphaneden ayrılıyorum.


Göynük iki vadi arasında bir kasaba. Benim için ise hayret vadisi oluyor adeta....
Konağıma doğru yürüyorum. Hava buz gibi... Acaba İstanbul şimdi nasıldır?..
Kaldığım günler boyunca Göynük hep ayazdı. 4 kattan aşağı giyinmeden dışarı çıkmak çok üşüyenler için imkansız...

Derken akşam oluyor ve biz Hamza amca ile Cemil amcanın evinin yolunu tutuyoruz. Neriman teyzenin hazırladığı muazzam bir sofra ile karşılaşıyoruz. Yemek sonrası hararetli bir tartışma yeniden bizi bekliyor. Her şey konuşuyoruz. Siyaset, sağ, sol, din, tasavvuf, ehli beyt... Ve tartıştığımız hemen hemen her konuda belli bir sapaktan sonra keskin bir şekilde ayrılıyoruz Cemil amcadan. O akşam belli etmese de Hamza amcada da müthiş bir birikim olduğunu farkediyorum.
Müsade isteyip kalktıktan sonra o gece dilime bir dua düşüyor: '' Ya Rab beni ilmin kör kuyusunda kendimle başbaşa bırakma!'' amin...

Gezmek için artık ertesi gün son günüm. Göynük'e 1 saat mesafede olan Mudurnu kasabasını görmek üzere sabahın erken saatlerinde yola çıkıyorum. 
Mudurnu hepimizin aklına tavuk şeklinde kodlanmış değil mi :)
O kodlanan markanın kasabasıymış zaten. Erpiliç'in sahiplerini Göynük'de görünce de o denli şaşırmıştım. Bu bölgede tavukçuluk ve kümes hayvancılığı ile geçim sağlandığını anladım.


Otobüsten iner inmez kasabayı turlamaya başlıyor, kasabanın gezilecek yerlerini soruyorum. Fakat çok tatmin edici cevaplar alamıyordum. Yek cevap kafamı kaldırdığımda görünen saat kulesi oluyordu. 

Ancak öncesinde aşağıları bitirmek üzere çarşıyı geçip dümdüz yürümeye koyulmuştum. Burası da içerisinden çay akan kasabalardan. Evler Göynük'e benziyor.


Fakat Göynük kadar intizamlı değil.

 






Yola devam edince bir genç kız ileride çınar olduğunu söylüyor. Ne göreceğime dair içsel tahminlerimle dediği yere vardığımda tek bir ağaç görüyorum; çınar ağacı :)

İstemsiz bir gülme alıyor beni. Gezilip görülecek yer olarak bir çınarı tarif etmişti bana o genç kız...
Çınarın yanında bir konak sahibi hanım halimi anlamış olacak ki çay içmeye davet ediyor. 
Hacı Şakirler Konağı 140 yıllık bir konakmış. İşletmeci hanımefendi dokuyu bozmak istemedikleri için bu denli eski kaldıklarını dile getiriyor. Restore ettirmekten yana değil. Bu yüzden Göynük daha güzel duruyor diyor. Haklı...

Çayımı içtikten ve gezebileceğim yerleri öğrendikten sonra tekrardan yürümeye başlıyorum. Güneşli bir gün...


Ve kesinlikle Mudurnu Göynük'ten daha sıcak. Sanırım daha aşağıda kaldığından ötürü. Güneşe karşı oksijeni soluyarak yürüyorum. İlk olarak kent müzesini görüyorum.



Hemen yanında çok hoşuma giden Mudurnu Cafe'yi...

Oradan yavaş yavaş saat kulesi yokuşuna sapıyorum.


Saat kulesinin orada yapraklarını dökmüş bir çınar ne de güzel duruyor.


Burası kasabanın en yüksek yeri; tüm Mudurnu ayaklarınızın altında kalıyor.

Hemen arkamda bir türbe...
Doruk Türbesi

Bir süre Mudurnu'ya baktıktan sonra aşağı inmeye koyuluyorum. Ve beldenin en büyük camisi Yıldırım Bayezid camiine giriyorum.

İnsanın içini ferahlatan bir bahçesi var bu caminin.


Daha girerken ki nezaketi fotoğraflamadan edemiyorum.


Bu camii kolonsuz inşa edilmiş, tek bir hamle ile... Ve ses akustiği muazzammış.

 Hemen yanında meşhur erkekler hamamı var.


 













Büyük camiden sonra kasabanın merkezine başlamış oluyorsunuz . O gün ise meşhur pazar günü, merakla pazara giriyorum. Tüm köy ürünlerini alıp eve gitmek istiyorum ama...
Ne güzel insanlar doğal şeyler yiyip içiyorlar burada.

Merkezde 3 paralel sokak var trafiğe kapalı, dükkanların olduğu. Yalnız hediyelik hiç birşey bulamıyorum bu kasabada. 
Bir esnaf, İpek Yolu festivali zamanı gelmemi söylüyor. Yani Mayıs sonunda. 
Göynük içinde bu geçerliydi.(İnşallah)
Hediyelik birşey bulamasamda magnet koleksiyonuma katkıda bulanabilecek kadar ilerlemiş Mudurnu.

Havanın biraz sertleşmesinden ötürü bir yerde oturmak istiyorum. İki teyzenin işlettiği bir lokantaya giriyorum. Yöresel Kaşıksapı'nı tadmadan gitmek istemiyorum. 
40 yıl yemesem yiyim diye aklıma gelmeyecek olan tavuk elbette Mudurnu'da da aklıma bile gelmiyor:)
Keşli cevizli diye bir tabir var yörenin genelinde. Bol ceviz tüketiyorlar, antepin fıstığı misali, birde bir peynir türü olduğunu zannettiğim meşhur keşleri. 
Kaşıksapı da haşlanmış hamur üzerine tereyağıyla keş ve ceviz ilaveli bir yemek. 
Güzel mi?
Fena değil ama insanın canı çekip de yemek ister mi, bilinmez.

Fakirin payına bu kadar Mudurnu düşmüştü.
Payıma düşenlerle beraber yola koyulduğumda bir enteresanlık olduğunu seziyor fakat bilemiyordum. Otobüs hareket ettikten sonra anladım ki ben yanlış otobüse binmiş, Mudurnu'nun köyüne doğru yol alıyormuşum ;) Son olan Göynük arabasıda yola çıktığını öğreniyor ve değişik atraksiyonlar yaşayarak Göynük arabasına binebiliyorum:)

Göynük'e geldiğimde son yapılacaklar kısmına başlıyorum. Bunların ilk sırasında meşhur Paşazade Lokantasında Göynük'ün yöresel yemeklerini yemek olacak. O kadar gün kalmış olsam da ancak fırsatım olabilmişti.

Ne yersem yiyeyim tatlı olarak tahinli çörek yemem tembihleniyor. Ancak ben tatlıyı aç karnına yiyebiliyordum ? :/

Garsona teslim olmalı insan. Buna hep inanmışımdır hele ki bilmiyorsam mutlaka yardım alırım. Yine öyle yaptım. Paşazade Lokantasının genç çırağını dinleyerek kiremitte sarma ve az mantı yedim. Mantısı değişikti asla kötü denemez. Etli kiremit sarması  da güzeldi. Fakat tahinli çöreği enfesti... Ne var ki yemek sonrasında ne doya doya yiyebilmiş ne de keyif alabilmiştim. Sadece tadına bakabilmiştim.

Lokanta çıkışında kasabaya veda yürüyüşü yapacaktım. Çarşının sokak esnafı kestaneci abla, ''sen hala gitmedin mi'' diye tebessümle karşıladı beni.

Akşemseddin hazretlerinin türbesi akşam çok güzel bir şekilde aydınlatılıyor.



Vedalarımı ettikten sonra konağıma dönüyorum.

Tek bir yerim kalıyor Göynük'te
; Zafer Kulesi...

Sevdiğim şehirlerin en üst tepeleri benim için veda anlamı taşıdığından genellikle şehri, yöreyi terkederken gidiyorum oralara.
Ayrıntılarında gezindiğim yeri tümüyle görmek bir son, bir fotoğraf karesi zihnimde...
Bu yüzden sabah erken kalkıp düşüyorum kule yollarına...



Zafer Kulesi Miili Mücadele yıllarının hatırası. Zafer kazanıldıktan sonra inşaa ediliyor. Bir dönem restore edilmeye çalışılırken elektrik sıkıntısından dolayı yanıyor. Kasabalı kendi evi yanarmışcasına acı hissetmiş o dönem. Sonrasında bakım ve tamiri yapılmış. Yokuş beldesi olan Göynük'ün en dik yokuşlarını çıkarak varıyorum kuleye.
Sabah sporu yerine geçiyor kule yolu, öyle yorucu.



Tüm Göynük'e bakıyorum gözüm alabildiğince, teşekkür ediyorum; insanına, samimiyetine, ağacına, oksijenine...


Kule dönüşü Göynüklü hanımların kurdukları derneğin yönetiminde olan Gürcüler Konağına uğruyorum.


 














Bu konağı yöresel tanıtım merkezi haline getirmiş hanımlar.


 


O çok güzel bahçelerinde ramazanda kasaba halkına iftar veriliyormuş bu kültür evinde.

 

Konağın içerisi de dışarısı kadar güzel. Herşey tarih kokuyor sanki... Yöredeki tüm evleri gezerken atadan ne var ne yoksa toplamış hanımlar ve ortaya muazzam bir kültür evi çıkartmışlar.











Ve dönüş yolundayım yine. Nasıl güzel manzaralı yollardan geçiyoruz böyle. Subhanallah...


Bakmaya doyamıyorum. Sarıya, yeşile, ara tonların hepsi hepsi gözlerimin önünde. Biraz üşüsemde sonbahara değer diyorum içimden. 

Yol boyunca gözlerim hep açık kalsın istiyordum. Ama gözlerimi kapadığımda da yüzüme bir tebessüm misafir oluyor. Onu da bırakmak istemiyorum.Geçen günlerimi düşünüyorum. İyi gelmişti burası bana... 
Aklıma bazı cümleler düşüyor tebessümüm artıyordu...
Teşekkür ediyordum usulca teşekkürler....






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder